İşte anlatmaya başlıyor adını hep büyük harflerle yazdığımız bir bilge. Büyük sofradayız, büyük harflerle konuşuluyor. “Aydınlarda şu ölüp gitmiş Latinceden kalma sözlere, hikmetlere, cümlelere ilgi büyüktür” diyor alim kişi, hayat felsefemizi anlatan ne güzel sözler var Latincede. 'Carpe diem' öyleyse, unut gitsin geçmişi, anı yaşa.” İyi donatılmış bir içki sofrasına nasıl da yakışıyor.

Ruhumuzdaki fay kırıkları

Ne zaman böyle olduk biz? Biz derken içimdeki şeytan “hangi biz” diye soruyor hemen. Biz yok oysa, epeydir terk etti bizi. Gerçekten evvel eski bizden olmayan birileri oldukça büyük bir kitleyi sınırın öte yakasına taşımayı başardı. Orada varlık koşulları bakımından bizden olması gerekenleri bizden olmadıklarına inandırdılar. İyiliği bilmiyorum, bedeli büyük olduğu için kolay yayılmıyor, ama kötülük sık sık söylediğimiz, gördüğümüz gibi bulaşıcı. Yoksa İzmir’de kırılan fayların yerle bir ettiği binalarda ölüp gidenlere “cehennemin dibine gitsinler” diyenler, diyebilenler olur muydu?

Ama daha kötüsü; büyük aldırmazlık, gerçek bir bela olan “yeter ki benden uzak olsun, bize değmesin” diyen sahte huzurumuz. Aslında farkında değiliz, bu sahte huzurdur bizi yavaş yavaş öldüren; fark etmiyoruz çünkü bir an bile vazgeçemediğimiz o huzur zedelensin istemiyor, belirsizliğin koyu gölgesi mutluluğumuzun üstüne düşmesin diye, dışarda isterse fırtınalar kopsun, sel götürsün ortalığı, yangınlar bütün ormanları içindeki canlılarla birlikte yaksın, kitaplarda, gazetelerde “yaşamak ağır basmalıdır” diye yazıyor, kederi kaderle örtmeye çalışıyoruz biz de.

Kötülük ise açık sözlüdür; arsız bir bakışla “Lut kavmi nasıl yok olduysa...” diye sırıtarak bakıyor, her menkıbede kan tadı alıyor, tarihi öğrenememiş ama o tarihin içinde yaşamak istiyor budala.

Yalnız o çağ dışı kafa değil, dahası var; liberal bakış kitaplardan taşıyor, bulutların üstüne yerleşiyor; gözü her zaman verimli Batı’nın yayıncılarında. Liberal muhafazakâr eski düşünürlerin, bilgelerin, eski zaman aydınlarının mülkiyete değil, kültürün değişkenliğine dayalı hikmetlerinin bu günlere olduğu gibi taşınabileceğine, o karanlık günlerin yeniden yaşanabileceğine inanmamızı istiyor. Zamanın uyutucu sihriyle, yeni resmiyetin isteğine göre yenilenmiş, süslenmiş hikâyelerin anlattıklarını, sonuçları umurunda bile değil, pazarlamak istiyor yalnızca. Söylenmiş ne varsa bir kere daha tarihin kitaplığından çekip çıkartıyor alacalı tezgâhına. Ama bu kez zamanın ruhuna iyice uydurarak, yedirerek yeni isimlerle, yeni yazıcılarla yeniymiş gibi yerleştiriyor.

DE TE FABULA NARRATUR

Duvarın bu tarafında kalan bizler de biraz şaşkınız doğrusu. Vicdan azabı da denebilir, şu sıkıntı yok olup gitsin istiyoruz. Gitmiyor. Depremler yer sarsıntıları ya da benzeri felaketler siyasetin rutin zamanlarında bize prestij sağlayan eylemlerin ne kadar içi boş ve yararsız olduğunu gösteriveriyor. Ne yapalım, anlaşılmaz üslubun koruyucu, kurtarıcı limanlarına doğru yüzüyor, biraz su yutsak da o güvenli limana ulaşmayı başarıyoruz. Orada bizi bekleyen bizim gibi insanlar aydın kişiler, ulaşılmaz entelektüeller var. Kulak misafiri oluyor, bir an önce hayata dönmek için fırsat kolluyoruz.

İşte anlatmaya başlıyor adını hep büyük harflerle yazdığımız bir bilge. Büyük sofradayız, büyük harflerle konuşuluyor. “Aydınlarda şu ölüp gitmiş Latinceden kalma sözlere, hikmetlere, cümlelere ilgi büyüktür” diyor alim kişi, hayat felsefemizi anlatan ne güzel sözler var Latincede. 'Carpe diem' öyleyse, unut gitsin geçmişi, anı yaşa.” İyi donatılmış bir içki sofrasına nasıl da yakışıyor. “Hey, diye bağırıyor biri uzun masanın öte yakasından, Karadeniz’de gemileriniz mi battı, haydi hep beraber...” Çok bildiği besbelli bir entelektüel hiç kaçırmıyor fırsatı, o özlü cümleyi eksiksiz söylüyor: “Carpe diem, quam minumum credula postero”.

Kırık fay hattının eğip büktüğü yapılarda ölüm kol geziyor, bir aile tümüyle yok olurken iki kardeşten biri güç bela çıkartılıyor enkazın altından, Gazeteler çok mutlu, hikaye büyüyor. Enkaz altında kalan öteki küçük kardeşi unutuyorlar, “Zamanın ruhuna boyun eğmemek onu değiştirmek gerek” diye bas bas bağıran genç politikacıya kulak asan yok. Erkan Baş istediği kadar bağırabilir, istediği kadar, “O küçük kızı kurtardık diye övünüp durmayın, annesiz bıraktınız siz onu” desin; sessizlik ve istihza boğacaktır onu da.

DE FACTO DE JURE’Yİ YENER

Gecenin uzun masasında yemek sürüyor. Artçılar da sürüyor. Depremli ya da depremsiz hayat devam ediyor, insan yaşıyorsa günün sıkıntılarını unutmak, rahatlamak istemesine hak vermeyelim mi? Aydın kişinin “Alter Ego”su hep hazırda beklemez mi? Sevgili dostum Tayfun Atay’ın “Görünüyorum O Halde Varım” (Can Yayınları) adlı kitabında anlattığı gibi, tüm yaratıcılığı ile insana çullanan “medya-eğlence-şov” üçlüsünün baskısıyla deprem, tsunami, ölüm; ne olursa olsun, aslolan hayat değil midir? Uzun masanın sağ tarafında kıs kıs gülen, yanındakine entelektüelin nasıl bir muz olduğunu güzel bir makalede yazdığını anlatan da hep eksikliğini hissettiği “meşhuriyetten” nasibini almasın, depreme selam gönderip ölüleri sayıp hüzünlenmesin mi? Bütün bunları CV’sine, “Curriculum Vitae”sine zamanın ruhuna uygun “popart” bir kişi olduğunu, sorgudan muaf “Bonus Fide”nin, dürüstlüğün yanına eklemesin mi?

Sonra ister istemez masa dağılacak, aydın kişi işine dönecektir. Makalesini yazacak, tıpkı şimdi benim yaptığım gibi “De Facto” durumların kimi zaman “De Jure” üzerindeki kaçınılmaz etkisini gün ışığına çıkaran eserini öğleye, olmadı saat beşe kadar yazı işlerine teslim edecektir. Bu konunun çok eski yıllara, yüzyıllara kadar uzanan hikâyesini kısaca zikrettikten sonra, en sağlam “Corpus Delikti” ile, herkesin “işte budur” diyeceği kanıtlarla besledikten sonra; odada şöyle bir dolaşacak, aynanın önünden geçecek, “düşünen ‘sein’ mı, zamanda, mekânda, neresi iyiyse orada olan ‘dasein’mı; Descartes mı Heidegger mi” diye mırıldanacak, zaman zaman üste çıkmaya çabalayan “Alter Ego”suna gülümseyecektir. Bizim bu aydın kişilere itirazımız yoktur. Onları anlıyor hak veriyor, meşhur ve mutlu olmaları için elimizden geleni yapmaya söz veriyoruz. Ustaları Andy Warhol’un dediği gibi, “Her fani bir gün hiç değilse 15 dakika meşhur olacaktır”. Olsunlar. Yol bile gösterebiliriz: Bu devirde meşhur olmanın yolu; liberal rahatlıkla, konformizmle renklendirilmiş, sol sosla tadlandırılmış pop kültür âlemine dalmaktır.

Dalsın gitsin öyleyse o da.

Burada öyle aykırı kurallar, uyulması gereken disiplinler yoktur. Zaten memleket sathına yayılmış, “akademisyenden” arındırılmış “üniversitelerimiz” “kısa dönem aydınlarımıza” açılmıştır. Tek bir kural, yalnızca tek bir kural var bu âlemde; Roma kaynaklıdır, Hukukun kutsal kuralıdır; mülkiyete dikkat edeceksin. Mülkiyetin el değiştirmesinin “ilkelerini” esnek bir biçimde ele alacak; kutsal mülkiyete dokunmadan, gerektiğinde dokunmanın zinhar, asla, kat’a mülkiyet düşmanlığı gibi anlaşılmasına yol açmayacaksın. Hepsi budur.

***

Hepsi budur. Kitap der ki: “Nemo plus juris ad alium transferre potest quam ipse habet”; hiç kimse hakkından fazlasını başkasına devredemez. Devredemez mi? İşte geliyor atlatma haber: Aydın kişinin akşam anlatacağı çok güzel bir hikâyesi var artık. Herkes ağzı açık dinleyecektir. Çok önemli kaynaklardan duymuştur; Varlık Fonu’nun garantili cazibesi ile eksik para geliyor, yoldadır, ilk benden duymuş olun, sorun çözüldü; boş verin dövizdeki akıl almaz yükselişi, o da iyidir, hayatiyetin kendisidir, bizim dışımızdadır, ekonomi kurtuldu, “Nemo plus juris...” Hakkından fazlasına kafanı takma yani, böyledir bu işler; “de facto”dur, “de jure” değildir...

Sonra akşam olacak, günün yorgunluğu da aydın kişinin üzerine çökecektir. Ne olacak o zaman; geçip gidene değil kalıcı olana bakalım, haydi yeni bir geceye, zedelenmemiş kutsal unutuşun, muhterem nisyanın sisi içinde yitip gidelim bu gece de, haydi, hep beraber eller havaya, “carpe diem, carpe diem...”