Çok da uzak olmayan bir zamana kadar, birisi “yeni Türkiye”den söz ettiğinde, kuruluşuna yaptıkları katkının verdiği suçluluk duygusuyla olsa gerek, liberaller hemen “Eski Türkiye çok mu iyiydi sanki” diye savunmaya geçerlerdi. Şüphesiz ki “eski Türkiye” de pek matah bir yer değildi ama artık liberallerin de kabul ettiğini varsayabileceğimiz ve bizim de yaşayarak tecrübe ettiğimiz şekilde, “yeni Türkiye” ile kıyaslayabileceğimiz bir yer de değildi.

Öte yandan “yeni Türkiye” birden bire, kendiliğinden ve boşlukta ortaya çıkmadı. “Eski Türkiye’nin en çürük, en yozlaşmış, en karanlık yanlarının üzerinde yükseldi ki, o çürümenin, yozlaşmanın, karanlığın gerisinde esas olarak sol düşmanlığı vardı. Evet, belki o zamanlar hiçbir devlet başkanının aklına fotoşoplanmış ve 60 yıllık bir fotoğrafla güncel siyasete müdahale etmek gelmezdi ama unutmayalım ki “eski Türkiye’de” o Amerikan bayrağı sahiden de sallandı ve o bayrağın sallanması bugünlere gelen, “yeni Türkiye”ye varan yolun taşlarını döşedi.

Şüphesiz ki Türkiye’de Amerikancılığın taşıyıcılığını Türk sağı yaptı, Türk sağı Amerikan bayrağını göndere çekti, ona selam durdu, varlığını Amerikan varlığına armağan etmekte bir dakika bile tereddüt etmedi. Ancak öte yandan Soğuk Savaş’ın başlamasıyla birlikte, “Sovyetler Birliği Türkiye’yi işgal edecek” palavrası eşliğinde, dönemin tek parti iktidarı Türk sağının Amerikancılığının önünü açtı, ABD’yi bir daha çıkmamak üzere ülkeye sokmuş oldu.

Bir köşe yazısının sınırları tüm bu süreci anlatmaya yetmez ama tek bir hadise üzerinden, bunun nasıl gerçekleştiğini görebiliriz. Bu hadise ise ABD’ye ait Missouri zırhlısının 5 Nisan 1946’da Türkiye ziyaretidir. Ziyaretin resmi gerekçesi, 11 Kasım 1944’de ölen Türkiye’nin ABD büyükelçisi Münir Ertegün’ün naaşını Türkiye’ye getirmekti, gerçek amaç ise Sovyetler’e Türkiye’nin yanında olunduğuna dair bir mesaj vermekti. Davet ise Türkiye’den gelmişti.

Missouri zırhlısının gelişinden pek bir heyecanlanan devlet ricali geniş kapsamlı bir ziyaret programı hazırlamıştı. Buna göre Missouri Çanakkale Boğazı’nda Yavuz zırhlısı ve ona eşlik eden donanma güçleri tarafından karşılanacak, cenaze Dolmabahçe’ye çıkarılacak ve burada ABD askerlerinin de katılacağı bir tören düzenlenecekti. Aynı akşam ABD Basın Ataşeliği tarafından basın mensupları için bir kokteyl verilecekti. PTT Missouri için hatıra pulları bastırmış, Tekel ise bir Missouri sigarası çıkartmıştı. Amerikan savaş gemisi dört gün Türkiye’de kalacak ve günde iki saat halkın ziyaretine açık olacaktı.

ABD askerlerinin İstanbul’da rahat etmeleri için de her şey düşünülmüştü. Belediye Karaköy’den Beşiktaş’a kadar olan bütün binaları boyamış, genelevler onarılmış, burada çalışan kadınlar sağlık kontrolünden geçirilmiş, eğlence mekânlarının kapılarına “Welcome” yazan pankartlar asılmıştı. Esnafa ABD askerlerinden para alınmaması tembih edilmiş, polise de askerlere kibar davranmaları hususunda eğitim verilmişti. O ziyaretten sonra Rus salatasının adı da Amerikan salatası olarak değiştirilecek ve uzun müddet bu adlandırma kullanılacaktı.

Dönemin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu hislerini “Minnettarlığımı tebarüz ettirirken derin bir zevk içindeyim. Dünyanın en mükemmel çocuğu olan Amerika ve Amerikalılar, ellerinde insanlık, adalet, hürriyet, medeniyet bayrakları olduğu halde sağlam ve metin adımlarla yürümektedirler” sözleriyle belirtmiş, Cumhurbaşkanı İnönü de “Amerikan donanmasına mensup gemiler bize ne kadar yakın bulunurlarsa o kadar iyi olur” demişti.

Dönemin basını da büyük bir mutluluk içindeydi. Örneğin Falih Rıfkı Atay, köşesinde “Amerika’nın ne istediğini biliyoruz; hür, eşit ve egemen milletlerin ortaklaşa güvenliğine dayanan harpsiz, saldırışsız, sadece ahlak ve kanun bağlaşma ve antlaşmalarının hüküm sürdüğü bir dünya! Böyle bir dünyada yaşamak isteyen herkes, Amerikan bayrağında kendi talih yıldızını da görür” diye yazabiliyordu.

Tek çatlak ses ise elbette ki sosyalistlerden çıkmış ve örneğin Mehmet Ali Aybar şöyle demişti:

“Tarihimizin en kritik anlarını yaşıyoruz: İstiklâlimiz tehlikededir. Ve işin korkunç tarafı şudur ki, istiklâlimize kastedenler bu sefer ordularla değil, bir yardım teklifinin yaldızlı paravanası arkasına gizlenerek üzerimize yürüdükleri için Türk milleti kuşkulanmıyor. Ve mâhirane, mâhirane olduğu kadar hainâne bir propaganda da bu kuşkusuzluğu arttırmağa, istiklâlimize kastedenleri bir kurtarıcı gibi göstermeğe çalışıyor. Bu gibi hallerde hakikati gören namuslu her Türk’e mukaddes bir vazife düşer: Her ne pahasına olursa olsun hakikatleri haykırmak…”

O zamandan bu zamana çok değişen bir şey yok ve bugün her namuslu yurttaşa, önce hakikati görmek sonra da onu haykırmak düşüyor. Amerikancılığın dünden bugüne, devleti yönetenlerin temel özelliği olduğunu, gericiliğin yükselişinin ve emperyalizme bağımlılığın gerisinde sol düşmanlığının bulunduğunu ve eski Türkiye’yle yeni Türkiye’yi birbirine bağlayan şeyin tam da bu olduğunu söylemek ise günümüz Türkiyesinde hakikatin temelini oluşturuyor.