1917 yılındaki Ekim Devrimi’yle birlikte teosantrik devlet, yerini laboursantrik (emek merkezli) bir yapıya bıraktı. İdeolojisi gereği “diğerkâmlığı (özgecilik)” esas edinen Sovyet sistemi, selefine nazaran hiçbir kimliğin üstünlüğüne cevaz vermemeye ve bir “isonomia (kanun önünde eşitlik)” programı uygulamaya çalışmıştı

Rus Sosyalizmi ve Müslümanlar üzerine bir tahlil

İSMET KONAK
Dr.

Hiç şüphesiz tarih, bireyin mülk sahibi olma ve mülksüzleştirme ihtirasının hazin hikâyeleriyle süslüdür. Bu bağlamda 1917 Ekim Devrimi, bireyin bu ihtirasını törpüleme teşebbüsüydü. Tahakkümün olmadığı, bir bakıma mülksüzleştirenlerin (дворец,помещики и кулаки-dvorets, pomeşiki i kulaki: saray, toprak ağaları ve kır burjuvazisi) mülksüzleştirildiği bir paradigma üzerine bina edilmişti. V. İ. Lenin’in belirttiği üzere devlet köhnemiş bir makineydi ve bu makine kırılıp atılmalıydı. Nitekim kalıcı barış, sekülarizm, toprak reformu, kollektif mülkiyet, katılımcı Sovyet sistemi, kolhozculuk, eşit eğitim politikası ve ulusların kendi mukadderatını tayin hakkı gibi devrimci adımlar yeni bir toplum inşası için atılan önemli adımlardı. Paradigma pratiğe geçirilirken tabii ki bazı nakiseler (Özellikle Joseph Stalin dönemindeki Rusifikasyon, Rus patriotizminin ihyası, Moskova Duruşmaları ve sürgünler konusunda özeleştiri yapılması gerekir) yaşanmıştı. Lakin bir doğumun sancısız olmasını beklemek de dogmatizm olurdu.

Yeni Sovyet sisteminin kuşkusuz Müslüman dünyası için büyük bir ehemmiyet taşıdığı unutulmamalıdır. Bu noktada Çarlık Rusya’sı ve SSCB’nin Müslüman kimliklere yönelik politikalarını kısaca mukayese etmeye çalışalım. Teosantrik (din merkezli) bir devlet olarak Çarlık Rusya, kendi periferisinde yaşayan Müslümanlara karşı öteden beridir fütuhhat politikası yürütmüştü. Söz konusu yayılmacı politika, öncelikle Korkunç İvan döneminde (Иван Грозный: İvan Groznıy) Kazan’ın işgali (1552) ile somutlaşmıştı. Bu işgal esnasında Tatar feodal beylerinin nasıl bir teslimiyetçi tıynette oldukları ve Haniçe Süyüm Bike’yi direnişte yalnız bıraktıkları bilinmelidir. Her ne kadar han aristokrasisine mensup olsa da Süyüm Bike, kadın direniş hareketinin en omurgalı şahsiyetlerinden biri olarak tarihe geçmiştir.

Çarlık, kolonyal siyasetini müteakip asırlarda Kafkasya’da, Orta Asya’da ve Kırım’da devam ettirmişti. II. Yekaterina döneminde bir detente (yumuşama) politikası yürütülmesine rağmen II. Aleksandr’ın (реформатор: reformator) iktidarıyla birlikte Ruslaştırma politikası daha şedid bir hal aldı. Bir taraftan Buhara, Semerkant, Taşkent ve Fergana gibi yerler ilhak edilirken, diğer taraftan Nikolay İlminskiy Ekolü tatbik edildi. İlminskiy Ekolü’ne göre Müslüman ekalliyetlere Rusça eğitim verilecek ve birçoğu Ortodokslaştırılacaktı. Ne var ki 1860 ve 1890 yılları arasında toplamda 200 bin Tatar’ın Ortodokslaştırıldığı iddia edilmektedir. Bu dönemde Rus ilhakına karşı direnen Buhara Hanlığı, II. Abdülhamit’ten muavenet istemişti. Ancak sömürgecilerle izdivaç yapan sultan, bu hanlığın talebini karşılıksız bırakmış, bir bakıma kolonyalistlerin “taşeronluğunu” üstlenmişti.

1917 yılındaki Ekim Devrimi’yle birlikte teosantrik devlet, yerini laboursantrik (emek merkezli) bir yapıya bıraktı. İdeolojisi gereği “diğerkâmlığı (özgecilik)” esas edinen Sovyet sistemi, selefine nazaran hiçbir kimliğin üstünlüğüne cevaz vermemeye ve bir “isonomia (kanun önünde eşitlik)” programı uygulamaya çalışmıştı. Belki de Müslümanlara kesinkes “mutluluk veren bir cennet bahçesi (irem)” takdim etmedi ama dinbaz sofuların ve feodal efendilerin yoksul Müslüman halk üzerindeki sınıfsal tahakkümüne karşı radikal bir cephe almıştı. Rus proleterlerin deyimiyle “bezdelnik (бездельник) ve darmoyed (дармоед)” yani parazit sınıfa mukabil kararlı bir mücadele verilmişti.

Sosyalist program Müslüman kitle arasında farklı bir rezonans uyandırmıştı. Genelde Ceditçi kesim, devrime sempatiyle yaklaşırken kadimci kesim karşı gelmişti. Mesela toprak reformu konusunda Müslüman cenah içinde ciddi ihtilaflar vardı. Toprak reformunu tensip eden Taşkent Dini İdaresi Başkanı Molla Abdülhafiz Mahmud sahabenin en iyi bağlarını, bahçelerini ve topraklarını fakirlere verdiğini; mülk sahibi olmak ve zengin olmanın adilce yaşamaya uygun olmadığını dile getirmekteydi. Buna mukabil Andican Mahkeme-i Şeriyye Başkanı Mevlana Şeyh, şu izahatta bulunmaktaydı: “Sovyet hakimiyetinde zenginlerin toprakları zorla ellerinden alınıp fakirlere veriliyor. Elbette bu şeriata uygun olmayan bir iştir. Bu nedenle dinimizin gereği olarak bütün gücümüzle toprak reformuna karşı çıkmalıyız.”

İslam’daki “ağniya-i şakirin ve fukara-i sabirin” ilkesi şüphesiz sosyalist programın tatbik edilmesine büyük bir engeldi. Zira bu tinsel ilke veya teolojik kaide zenginliği, mülk sahibi olmayı ve dolayısıyla sınıfsal sömürüyü bir anlamda meşrulaştırmaktaydı. Söz konusu İslamî tarz-ı telakki, özellikle Türkistan’daki feodal beylerin baş kaldırısında göze çarpmaktaydı. 1918-1922 yılları arasında Sovyet yönetimi ve Basmacılar/Korbaşılar (feodal beyler) arasında yaşanan iç savaşta Mustafa Çokay, Korbaşı Ergaş, Mehmet Emin Beg, Korbaşı Bayram Molla, Fuzayl Mahdum ve Muettin Beg gibi isimler İslam’ı bir araç gibi kullanan “magnatus (seçkinler)” olarak ön plâna çıkmıştı. Gelin görün ki inakçı tarihçiler burada verilen sınıf savaşını aymaz bir “indirgemecilikle” Rus-Türk savaşı olarak aksettirmeye çalışmaktadır.

Sosyalist nizamın oldukça tartışıldığı bölgelerden biri de Kuzey Kafkasya’ydı. Dağıstanlı ve Kumuk kökenli Celal Korkmazov, Dağıstanlı Mahaç Dahadayev ve Çeçen asıllı Aslanbeg Şeripov gibi sosyalist Müslümanlar devrime neferlik yaparken Necmettin Gotsinskiy, Yusuf Hacı ve Nuh Beg Tarkovskiy gibi feodal-mutaassıp şahsiyetler sosyalist öğretiye karşı kıyam etmişlerdi. Bolşevizmi İslam’a bir tehdit olarak telakki ediyorlardı. Halbuki Bolşevizm İslam’a değil, onu bir kamuflaj veya icazet vesikası olarak kullanan mülk sahibi ve lümpenleşmiş din adamlarına karşıydı.

Her şeye rağmen sosyalist Sovyet sistemi, iç savaş akabinde Müslüman topraklarda veçhe-i maksuduna genel anlamda ulaşmıştı. Ulusların kendi geleceğini tayin hakkı umdesine ise sadık kalmaya çalıştı. Dağıstan, Çeçenistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Kazakistan, Azerbaycan, Tataristan, Çuvaşistan, Hakasya, Mariy El Cumhuriyeti gibi özerk ve federe Müslüman-Türkî idarî yapıların tesisi, sosyalist aklın “samimiyeti” açısından açık birer karinedir. Lakin bir “adamet” içinde çırpınan günümüz tarihçileri, Sovyet sisteminin bu adımlarını “Müslüman-Türk dünyasındaki birliği parçalamakla” itham etmektedir. Gaflete kelam, nafile kelam.

Eğer Sovyet tipi eşit yurttaşlık hakkı verilmemiş olsaydı, Türkistan bölgesi bugün kanlı bir iç savaşa sahne olabilirdi. Mesela Kırgızistan’ın Oş kentinde 2010 yılında vuku bulan iç çatışmalar tahminimizi doğrular nitelikteydi. Türkî cumhuriyetlerde giderek belirgenleşen neoliberal eğilimleri, otokratik rejimleri, din tacirliğini, şovenizm tutkusunu ve kleptokratik ilişkileri ise ayrıntılı olarak zikretmeye gerek yok.

Ezcümle Sovyetler Birliği döneminde Müslüman birey yoksuldu ama daha müreffeh bir hayata dair çok yüksek ümidi vardı. Şimdiki Sovyet sonrası sahada ise Müslüman birey yine yoksul ama her şeyin daha kötü olacağı korkusu içinde. Bu patolojik ümitsizlik, neoliberalizmin marifetidir.