Her krizin bir “baş”ı, bir “son”u ve bir de zamana yayılan “sonuçlar”ı vardır. Biz bu krizin henüz başındayız ve sonuçlarını da önümüzdeki dönemde hep birlikte yaşayacağız

AKP yönetiminde devamlı Godot’yu bekleyen bir psikoloji içinde yaşıyoruz. Şu farkla ki, piyestekinin aksine, Godot sık sık geliyor ve çoğu kez de garip haberler getiriyor. Son olarak 24 Kasım’da kapımızı çaldı ve bizlere Türk Hava Kuvvetleri’nin bir Rus uçağını düşürdüğünü bildirdi. Mesajı aldık; anladık ve son yılların en büyük diplomatik krizlerinden biriyle karşı karşıya olduğumuzu kavradık. Sonra da düşünmeye ve tartışmaya başladık.

• • •

Her krizin bir “baş”ı, bir “son”u ve bir de zamana yayılan “sonuçlar”ı vardır. Biz bu krizin henüz başındayız ve sonuçlarını da önümüzdeki dönemde hep birlikte yaşayacağız. Yine de bu “sonuçlar”ı hiç olmazsa ana hatlarıyla keşfedebilmek için önce bu krizin tohumlarının nasıl atıldığını araştırmamız gerekiyor. Görünürdeki somut, “bardağı taşıran” nedenlerin ötesinde, gölgede kalmış, gizlenmiş ya da unutulmuş nedenleri ortaya çıkararak..

• • •

Bugünkü krizin ilk tohumlarının 2011 baharında, Suriye’de, Esad yönetimine karşı başlayan ve bir süre sonra iç savaşa dönüşen gösterilerle atıldığını çok iyi biliyoruz. Galiba iyi bilmediğimiz ya da unuttuğumuz husus, Türkiye’nin bu savaşta nasıl ve hangi koşullarda tam bir “taraf” haline gelmiş olduğudur. Hatırlayalım: Erdoğan daha ilk gösterilerden birkaç ay sonra, yani henüz pek kan dökülmemiş iken, “Biz Suriye konusunu bir dış mesele olarak görmüyoruz! Suriye meselesi bizim bir iç meselemizdir!” diye yerini dünyaya ilan etmişti.(Radikal, 6 Ağustos, 2011).
Gerçekten de bu noktaya nasıl gelinmişti? Türkiye Hükümeti, aylarca süren “arabuluculuk” çabalarından sonra dost bir ülkenin iç savaşında nasıl bu kadar açıkça “taraf” haline gelebilmişti? İşte Rusya krizini anlamak için bugün sorgulamamıza bu soruyla başlamamız gerekiyor.

• • •

rusya-krizi-ve-f-16-larin-tasidigi-istikrar-paketi-92220-1.

Daha önce de defalarca yazılmıştı; kısaca yineleyelim. Erdoğan’a göre, muhalifler harekete geçince, T.C. Hükümeti Esad’a demokratik reformlar önermiş, fakat Baas lideri bu önerilere kulaklarını tıkayarak halkını kırmaya başlamıştı. Esad ve adamları ise bunun doğru olmadığını, Erdoğan ve temsilcilerinin Suriye’de sadece Müslüman Kardeşleri korumak için harekete geçtiklerini ileri sürdüler. İlginçtir ki daha sonra Suriye İhvan lideri de, kuşkusuz Esad’dan çok farklı duygularla, fakat aynı doğrultuda beyanlarda bulundu. Bu arada AKP iktidarının Mısır ve Tunus Müslüman Kardeşleri’yle kurduğu bağlar; bizzat Mursi’nin AKP Kongresi’ne gelerek partizanca katkıda bulunması ve askeri darbeden sonra da Rabia işaretlerinin AKP çevrelerinde ritüel hale gelmesi aslında bu tezi doğrulayacak yönde olgulardı.

Yine de sadece mezhep ayrılıkları ve mezhep kavgası Suriye’nin iç işlerine açıkça müdahale etmek için bir neden olamazdı. Bunun için AKP iktidarının elini güçlendirecek daha önemli bir “koz”a ihtiyaç vardı. O da bulundu: Suriye Türkmenleri..

Kimdi bu Suriyeli Türkmenler?

• • •

Türk asıllı Suriyelilere göre, Suriye’de, çeşitli bölgelere dağılmış halde, 3,5 milyon kadar Türkmen yaşıyor. Ne var ki bunlardan ancak 1,5 milyon kadarı Türkçe biliyor ve geri kalanlar geniş ölçüde Araplaşmış durumdalar. Suriyeli yazar Hüsnü Mahalli’ye göre, “bugün bile Halep’in ekonomik, siyasal ve sosyal yaşamında en önemli aileler, Türk kökenli aileler”. (Yurt, 25 Kasım). Kaldı ki ülke 1946’da bağımsızlığına kavuştuğu zaman ilk cumhurbaşkanı Türk asıllı Şükrü Kuvvetli olmuştu ve daha sonra da ülke Edip Çiçekli ve Hüsnü Zaim gibi yine Türk kökenli cumhurbaşkanları çıkardı. Bunları hatırlatan Mahalli, “ama, diyor, o sıralar hiç kimse yukarda sayılanların Türk, Arap ya da Kürt olduklarını konuşmazdı; herkes Suriyeli idi”.

Peki, Suriye’de, çeşitli etnik topluluklar bünyesinde milliyetçi akımlar ne zaman filizlenmeye başladı?

• • •

Aslında Arap milliyetçiliğinin kökleri çok eskilere, Arapların Arap olmayan Müslümanları “mavali” diye küçümsedikleri çağlara kadar uzanır. Fakat Suriye’de milliyetçilik, esas itibariyle 1963’te bir darbeyle iktidarı ele geçiren Baas partisi ile başladı ve 1971’de Parti’nin sosyalist kanadını tasfiye ederek cumhurbaşkanı olan Hafız Esad zamanında da egemen konum kazandı. Öyle anlaşılıyor ki Arap asimilasyonunu kabul etmeyen Türkmenler üzerinde Arap milliyetçiliği de bu dönemde bir baskı şekline dönüştü. Yine de, Hatay’ın Türkiye’ye ilhakından sonra Ankara’ya hep hasmane duygularla bakan Şam yöneticileriyle –Öcalan ve PKK’ya verilen desteğin yarattığı kriz dışında- büyük bir gerginlik yaşanmadı. Dahası, Erdoğan beklenmedik bir şekilde Beşar Esad’la sarmaş dolaş olup, ülkeler arasındaki sınırlar kalkınca, herkes artık karşılıklı husumetin son bulduğuna inandı. Ve bu akrabalık parantezi Suriye Baharı, Türkmenlerin ayaklanmalara katılmaları ve Erdoğan’ın Sünni Müslümanların koruyuculuğunu ilan etmesine kadar sürdü.

***

Suriye Türkmenleri neden şikâyet ediyorlardı? Hangi baskılara dayanamayarak isyan etmişlerdi?
Türkmen Meclisi Başkanı Abdurrahman Mustafa, “Bizim tek isteğimiz dilimizi serbestçe konuşabilmek; kültürümüzü özgürce yaşayabilmek” diyor ve bu isteği “son derece masum, evrensel insan haklarına uygun bir istek” olarak tanımlıyor. (Orsam, no: 16, söyleşi, Temmuz 2015). Kısaca Kürtler Türkiye’de ne istiyorlarsa, Türkmenler de Suriye’de onu istiyor ve aynı dili kullanıyorlar; fakat şanssızlık şurada ki kendi ülkeleri dışında “radikal demokrat” kesilen siyasetçiler, kendi ülkeleri söz konusu olunca kolayca “özel harekâtçı” giysilerine bürünebiliyorlar.

Peki, bu Türkmenbaşı Abdurrahman Mustafa kim? Nereden Çıktı? İlk “Türkmen Tugayı”nı nasıl, kimlerin yardımıyla kurdu? Ve nasıl Türkmen Meclisi Başkanı oldu?

• • •

Abdurrahman Mustafa, Halep’li; bütün öğrenimini Halep’te yapmış; iktisatçı olarak da 1988-2010 arasında Libya ve Suudi Arabistan’da çalışmış. Şu anda askeri komutanlık yaptığı Bayırbucak ile bir ilgisi bulunmuyor ve kendisi de bu bölge Türkmenleri için “nasıl yaşarlar, ne yerler, ne yaparlar bilmezdik?” diyor. 2011’de Suriye’de ayaklanma başlayınca ülkesine dönüyor ve Türkmenlerin örgütlenmesi etkinliklerinde yer alıyor. ORSAM’ın 4 Kasım 2011 tarihli raporuna göre bu ayaklanma “Suriye Türkmenleri açısından fırsatlar sunuyor(du)” ve daha önce kültürel planda yaşanan ulusal duygular bu koşullarda “Türkmen milliyetçiliği” olarak “uyanışa geçiyor(du)”. Böylece Suriye ayaklanmasında, A. Mustafa’nın ifadesiyle, “Türkmenler ön safta yer aldı(lar)” ve Mart ayından Kasım’a (2011) gelinceye kadar 300 civarında da şehit verdiler. Başlangıçta, diyor Meclis Başkanı, “her kimlikten Suriyeli demokrasi için sokaklara döküldü”; “devrim olmuştu; hakiki bir devrim”; fakat “altı ay sonra Esad’ın derin devleti işin içine girdi, ayaklanmaları bastırmak için kan döküldü”.

• • •

Bu bilgilerden anlaşıldığına göre Suriye Türkmenleri ülkücü bir ruhla harekete geçmiş ve daha çok MHP ilkeleri çerçevesinde örgütlenmişlerdi. Ne var ki iktidarda AKP olduğu için hareket de konjonktürel gelişmelere uygun biçimde giderek sıkı bir AKP kontrolü altına girdi. A. Mustafa, bu gelişimde 15 Aralık 2012’de İstanbul’da “T.C. Devlet erkânından büyük bir katılımla toplanan Türkmen Platformu’na” özel bir önem atfediyor ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun konuşmasından “büyük bir coşkuydu; Türkmenler için çok duygusal bir atmosferdi” diye söz ediyor. Türkmen heyeti toplantıdan sonra da Başbakan Erdoğan tarafından Dolmabahçe’de ağırlanıyor.

Tabanda AKP-MHP işbirliğini yansıtan gelişmeler, tavanda da Türkmen kökenli MHP vekillerinden Mehmet Şandır’ın “Onursal Başkanlığı”nda ifadesini buluyor. Ve bu sorunlu ittifakta, Ülkücü kanat sık sık Türkmenlere yeterince yardım yapılmadığından dert yanarken, AKP yönetimi de onları öncelikle Esad’la savaşmaya yönlendiriyor. Böylece, bu rekabet ortamında Türkmen Meclis Başkanı bir yandan “Biz isteriz ki Türkiye bizi ilhak etsin!” derken, öte yandan da “önce Esad’ın gitmesi lazım; ondan sonra terörle mücadele edilir” diyerek iki eğilim arasında “uzlaşmacı” bir çizgi izliyor. (Hürriyet, A. Hakan’la söyleşi; 25 Kasım).

• • •

Böylece oyun kurulmuş oluyordu ve bu oyun devam edebilir, hatta belki de başarıya ulaşabilirdi. Ne var ki Rusya’nın oyuna girmesi ve sadece IŞİD’le değil, “radikal” olarak etiketlediği tüm İslamcı akımlara savaş açması oyunu bozan unsur oldu. Rusya patronu, “Asıl düşmanı unutup, Esad’la uğraşmayın!” diyordu. Ve böylece Batı basınının sık sık birlikte andığı iki lider, Putin ve Erdoğan, Eylül sonlarından itibaren potansiyel birer hasım haline gelmeye başladılar. Gerçi toplantılarda karşılaşıyor; tokalaşıyor; şakalaşıyorlardı ve ülkelerinin yoğun çıkar ilişkileri bağlamında, bu husumetin bir tarafı uçak düşürmeye kadar götüreceği asla akla gelmezdi. Yine de olan oldu ve zaten bıçak sırtında gününü gün etmeye çalışan Türkiye ekonomisi böylece ağır bir darbe daha aldı. Kuşkusuz savaş çıkmayacak; Lavrov da bunu söylüyor; fakat iktisatçılarımız, şimdiden kollarını sıvamış, beyaz etiyle, narenciyesiyle, turizm boykotlarıyla Kuzey komşumuzun bize ne kadar döviz kaybettireceğini hesaplamaya çalışıyorlar. Soğuk kış aylarında doğal gaz tehdidi de çabası!..

• • •

Gerçekten de, Türkiye için hiçbir tehdit etmeyen bir Rus uçağını düşürmek kimin aklına geldi? Emri kim verdi? Neden verdi? Anayasa’nın her gün çiğnendiği bir ülkede, nasıl oldu da “angajman kuralları” kutsal ayetler haline geliverdi? Amaç Suriye Türkmenlerini korumak ise –ki buydu- uçak düşürme ve pilot öldürme gibi operasyonlar bu konuda makbul ve etkili önlemler olabilir miydi? Yoksa, bu, zavallı Türkmenleri bilinçsiz bir şekilde, iktidar ve büyüklük tutkusuyla daha büyük tehlikelere atacak bir çılgınlık mıydı?

İlginçtir ki ortalıkta hiç de öyle bir zafer havası esmiyor ve kamuoyuna daha çok kuşku ve kaygı egemen. Mehmet Barlas, “Ankara ile Moskova arsındaki diyalog ve dostluk ortamının, bilinçsiz bir askeri pilotun beceriksizliğine kurban edilmesi, iki ülke açısından da mümkün olmamalıdır” diye yazabildi. (Sabah, 25 Kasım). Fakat olan da oldu. Üstelik Davutoğlu “emri ben verdim” diyor! Ve Erdoğan da, bir yandan Putin ile görüşme olanakları ararken, öte yandan da CNN muhabirine “Biz gerekeni yaptık; karşı taraf özür dilesin!” diyerek adeta meydan okuyor.

• • •

Rus uçağının düşürülmesi ile ilgili tartışmalar bir yönüyle de bu ülkede “kamuoyu” denilen şeyin dünyadan ne kadar kopuk olduğunu ortaya koydu. Erdoğan “haklıyız!” diyor, “Rus uçaklarının dolaştığı ve bombaladığı alanlarda DAİŞ yok!”. Anladık, yokmuş! Fakat bu ne gösterir? Uygar dünya İslam Devleti, IŞİD ya da DAİŞ gibi isimler üzerinde durmuyor; onların yanına daha birçok isim (El kaide, El Nusra, Taliban, Boko Haram vb) katarak hepsini birden “cihadistler” ya da “Radikal İslamcılar” olarak adlandırıyor. Oysa düşen uçağın paraşütle atlayan pilotunu daha havadayken kurşun yağmuruna tutan ve yaralı olarak yere indikten sonra da tekbir getirerek parçalayan insanların “DAİŞ” mensubu olup olmamaları ne ifade eder? Bugün Rusya’da alevlenen Türk düşmanlığında bu görüntülerin rolü ne olmuştur? Bırakınız Rusya’yı, aynı kareler Fransız ya da Alman TV’lerinde ne gibi duyguları tahrik eder? Tam da Paris kırımından sonra Fransa Cumhurbaşkanı Hollande’ın İslamcı radikalizme karşı koalisyonu genişletmek için Putin’le buluştuğu bu günlerde..

• • •

AKP, 1 Kasım seçimlerini seçmenleri korkutarak, “istikrar” şantajı yaparak kazandı. Oysa ülkenin gerici bir Yeni-Osmanlıcılık özentisiyle gerildiği bu yıllarda “istikrar”ın gelmeyeceği de belliydi. Nitekim gelmedi ve önümüzdeki dönemde geleceğe de benzemiyor. Buna karşılık pekâlâ yeni iktisadi “istikrar paketleri” gelebilir. Hani şu her iktisadi krizden sonra hazırlanan ve yoksulların tepesinde patlayan “istikrar paketleri”.. Zaten iktisatçılarımız bu konuda şimdiden ince hesaplar yapmaya başladılar bile..