(Bu hikayeyi yeğenim Defne’yle ahtapotlara dair konuşurken uydurduk. BirGün okunan bütün evlerdeki çocuklara okul hediyesi olsun.

Çok eski zamanlarda, topraklar çok geniş, gökyüzü daha uzak ve denizler çok çok daha derin iken, suların altında kayaların kuytularında ruta denen bir takım canlılar yaşarmış.

Bunlar bizim bildiğimiz ahtapotlara benziyormuş. Yalnızca tek bir farkla. Rutaların yalnızca dört kolu varmış. Dört kol onlara yetiyor da artıyormuş aslında. Bu kollarla yeterince hızlı yüzebiliyor, karınlarını doyuracak kadar avlanıyor, hatta canları çektiğinde birbirlerine sarılıp dans bile edebiliyorlarmış.

Böylece yıllar yıllar geçmiş. Ancak bir zaman sonra, rutalar yeterince hızlı yüzemediklerini düşünmeye başlamışlar. Hep daha ileriye, daha uzaklardaki sulara gitmek istiyorlarmış. En güzel yiyecekler, en hızlı akıntılar, en esrarengiz kayalar başka yerlerde gibi geliyormuş onlara.

Oysa yaşadıkları kıyı dünyanın en güzel yerlerinden biriymiş. Dalgalar her gün sahili tatlı tatlı okşar, sabahları martı sesleri göğü doldurur, serin suların dibinde çakıl taşları ay yükselirken birer elmas gibi pırıl pırıl parlarmış. Üstelik en lezzetli yengeçler, küçük ve sulu böcekler, cilveli denizanaları ve sessizce süzülerek yüzen uskumrular bu sularda bulunurmuş.

Ama rutalar bunun farkında değilmiş.

Onlar açık denizlere ulaşmak, daha büyük uskumrular yakalamak, derin sularda yaşadığı söylenen ışıklı balıklarla karşılaşmak, zırhlarının içinde gururla dolaşan istakozlarla savaşıp zaferler kazanmak istiyorlarmış. Bunun için dört kolun yeterli olmadığına karar vermişler.

Sonunda daha fazla sayıda kol edinmenin yolunu aramak üzere yola koyulmuşlar. Niyetleri uzak bir adada yaşadığı söylenen bilge kaplumbağaya danışmakmış. Kaplumbağayı kumsalda güneşlenirken bulmuşlar. “Sizin için ne yapabilirim, dünyanın bütün rutaları?” demiş kaplumbağa. “Günaydın büyük bilge kaplumbağa,” demiş rutalar, “daha fazla kolumuz olsun istiyoruz, onun için geldik.”

Ben bir kabuk isteyeceğinizi düşünürdüm” demiş kaplumbağa, “ya da gerçek birer gövde.” Dalgın dalgın kafasını salladıktan sonra sormuş: “Daha fazla kolu ne yapacaksınız?” “Yakalayacağız” demiş biri, “Tutacağız” demiş öbürü, “Daha hızlı kulaç atacağız,” demiş beriki. “Kayalara sıkı sıkı sarılacağız” demiş diğerleri.

Peki peki,” demiş kaplumbağa sabah keyfinin böyle saçma bir nedenle bozulmasına içerleyerek. “Olmayan bir şeyi yaratamam, burası belli. Ancak eğer aranızda anlaşırsanız, bazılarınızın kollarını diğerlerine verebilirim.”

Bunun üzerine rutalar kimlerin kollarından vazgeçeceğine karar verebilmek için uzun uzun tartışmışlar. Sonunda bazıları diğerlerine kollarını vermeyi kabul etmiş. Meselenin nihayet bir sonuca bağlandığına sevinen kaplumbağa, söz verdiği gibi kolları bir gruptan alıp diğerine vermiş. Böylece, rutaların yarısı kolsuz kalırken, diğer yarısı sekiz kollu olmuş.

Kaplumbağa kollarından olan rutaların haline üzülmüş. Onları teselli etmek için kulaklarına denizin sırlarını fısıldamış. Balıkların neden geriye doğru yüzemediğini, yengeçlerin neden yan yan yürüdüğünü, en lezzetli ıstakozların hangi şarkıyı duyunca koşup geldiğini ve buna benzer daha binlerce şeyi onlara anlatmış.

Böylece rutalar ve artık sekiz kollu oldukları için ahtapot adını alacak olan kardeşleri mutlu bir şekilde evlerine dönmüşler. Dönüş yolunda, ahtapotlar artık kolları olmadığı için kolayca yüzemeyen kardeşlerini taşımış. Rutalar da diğerlerini kaybolmaktan ve denizin başka bir çok tehlikesinden korumuşlar.

Rutalar yücegönüllüymüş. Kardeşlerine kolları gibi bilgilerini de cömertçe sunmuşlar. Oysa ahtapotlar açgözlüymüş. Dünyaya artık sekiz kolla sarılsalar da gözleri hiç doymuyormuş. Alıyor, tutuyor, yakalıyor, koparıyor, ama bir türlü yetinemiyorlarmış. Bir zaman sonra rutaları beslemek onlara ağır gelmiş. Sadece birer kafadan ibaret kaldıkları için sürekli düşünüp duran kardeşlerini sıkıcı bulmaya başlamışlar. Bir gün kuvvetli bir akıntı hepsini yuvalarından ettiğinde, ahtapotlar onları yakalayıp geri getirmemişler. Rutalar önce kocaman gözleriyle şaşkın şaşkın bakmışlar. Sonra da koca bir kayanın arkasında yok olup gitmişler.

Rutaların çoğu yolda kaybolmuş. Bazıları ise ay ışığının altında pırıl pırıl parlayan sahilde karaya vurmuş. Orada bir süre beklemişler. Ama onları kurtarmaya kimse gelmemiş. Onlar da katılaşıp birer çakıl taşına dönüşmüşler.

Yeterince uzun süre dolaşırsanız, sahilde yuvarlacık bir ruta taşına rastlayacağınızdan emin olabilirsiniz. Onu dikkatle inceleyin. Gözlerini açmış hayretle size baktığını göreceksiniz.