Derviş Zaim, yeni filmi Rüya ile biçim ve konu olarak sıkışmış, özgünlüğünü arayan sinemamız için güçlü, yeni ve derin kapılar açmaya, gelenekten beslenerek özgün sinemamızı oluşturmaya devam eden en önemli yönetmenimiz

Rüya: Bir Vanitas tablosu

Küreselleşmenin insanı ve toplumu her alanda kitlesel kullanılan metalara, sanata mahkûm ettiği düşünülürse, evrenselleştiği yanılsamasını yaratan sinemanın aslında tek tipleştiğini görebiliriz. Bu tek tipleşen sinemanın karşısına farklılıkları koymanın yollarından biri geleneksel ve yerel kültürel görme biçimleriyle olabilir. Batı kökenli olan sinema sanatını, farklı coğrafyalar kendi kültürlerinden, geçmişlerinden faydalanarak özgün estetik tarzda birer yapıya dönüştürebilirler. Batı sinemasını taklit etmeye çalışarak bir sinema dili oluşturmak yerine, sinema coğrafya olarak kendi ölçütlerini belirleyerek, evrensel ve özgün olabilir.

Zaim’in özgünlüğü
Yeni filmi Rüya ile biçim ve konu olarak sıkışmış Türk sineması için güçlü, yeni ve derin kapılar açmaya devam eden, gelenekten beslenerek sinema dilini oluşturan, aynı zamanda edebiyatla yakın bir ilişki içinde olan Derviş Zaim, filmlerinde geleneksel ve yeni estetik değerleri ekonomik, politik, toplumsal ve özellikle de kültürel koşulları göz önünde tutarak, çağdaş sinema örneklerimizi oluşturan önemli yönetmendir. 2000’lerden itibaren biçim ve içerik ile filmlerinde kullandığı siyasal, tarihsel ve geleneksel formları, birer olgu olarak arka plana yerleştirir. Benim en önemsediğim ve merakla yeni çalışmalarını beklediğim isimlerin en başında yer alan yönetmen, sinemasını ürettiği ülkenin yani Türkiye’nin kendine ait koşullarını çıkış noktası olarak ele alıp özgün sinema yaratma amacına en yakın duran isimdir.

Literatüre hâkimiyet
Yönetmenin filmleri geleneksel Türk sanatı eserleri olarak görülebilir. Her şeyin sudan yaratıldığına inanan İslam düşüncesinde su üzerinde boyalarla gerçekleştirilen Ebru sanatını kullandığı ‘Filler ve Çimen’ filmi; Osmanlı klasik minyatür sanatından esinlenerek, tarihsel bir arka plan kullanarak bir minyatür sanatçısını anlattığı ‘Cenneti Beklerken’ filmi; ilk sahnesinde Tuz Gölü üzerinde yazı yazmaya çalışan hattatların gösterildiği hat sanatından beslenen ‘Nokta’ filmi, ile yönetmen bu öneriyi kanıtlamaktadır. Ve yönetmen tüm bu filmlerinde tasavvufi söylemde de olduğu gibi simgesel anlatıma önem vermektedir. İki boyutlu olan minyatürdeki gibi kahramanlarının değişmeyen yüz ifadeleriyle, hikâyelerin masalsı anlatımıyla, Zaim’e ait oluşmuş bir dil rahatlıkla görülmektedir. Filmlerinin ön çalışmasında ciddi bir literatür taramasına başvurduğu ve nitelikli bilgilerle hikâyelerini ördüğü her anlamda anlaşılmaktadır. Geleneksel sanatlarla ilişkili sahneleri analiz edebilmek için eleştiren kişinin de, hatta seyircinin de bu literatüre yabancı olmaması gerekmektedir. Geleneksel kültürün hem yerel hem özgün bir şeyler üretmek için nasıl zengin bir kaynak oluşturduğunu böylece anlayabiliriz.

Kadın mimar
Rüya filmi, iç içe geçen öykülerle, mimariyle ilgili bir hikâye anlatıyor ancak filmin Yedi Uyurlara uzanan karışık bir konusu var. Bir tesadüf eseri Sancaklar Camii ile tanışan Derviş Zaim camide inşaat devam ederken filmin çekimlerini gerçekleştirmiş. Camiler ile Osmanlı Mimarisini hatırlamamızı sağlayan film hiç vakit kaybetmeden gayet ciddi bir çağdaş mimari eleştirisi veriyor. Osmanlı mimarisinin günümüzdeki yansımaları ile ilgili bizleri aydınlatırken çarpık kentleşmenin, betonlar içine nasıl hapsolduğumuzun hesabını da soruyor. Büyük bir hazine olan Osmanlı mimarisini ve engin geleneksel hikâyelerimizi harmanlayarak şehre yeni bir cami inşa edecek olan mimarın, modern, ayakları yere basan, kendi kaderini kendi ellerinde taşıyan bir kadın olması son derece anlamlı. Filmde ayrıca, çürümüş sistemin temsilcileri olarak gördüğümüz, ihaleler kaparak şehirde yanlış arazilere yanlış binalar inşa etmek için ehliyetler alabilen ve göz göre göre bu binaları diken müteahhitlerin, bunlara ses çıkarmayan mimarların, göz yuman bürokratların aslında birinci derece cinayet zanlıları olduğunu net bir şekilde görmek mümkün. Hikâyesini adeta yeni inşa edilen caminin geleneksele öykünen ama aynı zamanda orijinal olan mimarisi gibi girift bir biçim ve içerikle bizlere anlatan yönetmenin, bu filminin de aslında göründüğünden daha politik olduğunu söyleyebiliriz.

İpucu
Filmin ilk dakikalarında görünen Hans Holbein’ın Elçiler isimli tablosu elbette ki tesadüfi değil. Derviş Zaim bu tabloyu bize göstererek neyi amaçlamıştır? Biliyorsunuz ki bu tablo asırlardır analistlerin, sanat tarihçilerinin, yazarların ve hatta bilim adamlarının konusu oldu. Bu öyle bir tablo ki gizemi ve bulmacaları konuşularak diğer sanat eserlerine ilham ve kaynak oluşturdu. Sembollerle dolu bu tabloyu filmde görmemiz, yönetmenin samimi bir uyarısı olarak okunabilir. Aynı bu tabloda olduğu gibi, filmin de sembollerle dolu olduğunu, bunların anlaşılmasının zaman alacağını ve görmek için farklı açılardan bakmak gerektiği konusunda bizleri bilgilendirmek istemiş olabilir. Veya Elçiler tablosu aslında Rüya filminin sembolik anlamsal bir özetidir. Çünkü Holbein’in bu tablosu aslında Latince hiçlik, beyhudelik, kibir anlamına gelen ve sembolik bir sanat türü olan bir ‘vanitas’. Bunlar, hayatın zevklerinin, başarının, şan, şöhret ve gücün geçici olduğunu, ölümün ise kaçınılmaz olduğunu yani dünyevi zevklerin beyhudeliğini anlatan eserlerdir. Belki de Rüya filminin bize en derinlerde anlatmaya çalıştığı gibi.