Rüyadan uyanışın habercisi

Konuk Yazar
Esme ARAS, esmearas@gmail.com

Orhan Kemal Roman Ödülü, Ankara Üniversitesi Roman Ödülü ve Notre-Dame de Sion Edebiyat Ödülü sahibi, Kapadokya dörtlüsüyle tanıdığımız Gürsel Korat’ın son kitabı Uyku Ülkesi, (Şubat 2022) Everest Yayınları etiketiyle okurla buluşturuldu. Yazar, gerçek ve düşü harmanlayarak, yirmi birinci yüzyılın distopyasını ortaya koyduğu romanını ölüm ve yaşamın, aydınlık ve karanlığın, gelecek ve geçmişin bir arada durması için kaleme aldı.

Hayat olağan akışında ilerler, bizler hep öyle gideceğini zannederken, bu romanda bir sabah her şeyin aniden değişivereceğine tanık oluruz. Benim başıma gelmez dediğimiz bir durum, tam karşımıza dikilmiş, bize bakıyordur. Hiçbir şey o andan öncesindeki gibi olmayacak, zaman bir süreliğine de olsa eskisi gibi akmayacaktır. Kontrolün insanın elinde olmadığı “zaman döngüsü, hastalık, ölüm ve rüya” gibi durumlarda hayat er ya da geç gerçeği yüzümüze haykıracaktır.

HASTALIK HÂLİ BİR METAFOR

Doktor Sevda Kül karakterinin yaşadıklarından hareketle, otobiyografik sürecin ürünü olan Uyku Ülkesi’ndeki hastalık hâli bir metafor, aslında tüm toplumun hastalanması olarak değerlendirilebilir. Öyle ki Gürsel Korat bu konuda, “Böyle bir okuma çok verimli olur. Çünkü şehirler mikrop kapmış bir organa benzemeye başladı. Şehirler büyüdükçe kapitalizmin o erken şafağındaki demokrasi tutkusu da kararıyor” düşüncesindedir.

Bu kitapta insanlık, uygarlık adı altında kendini tüketip bitiren, kendi özüyle uyum içindeki doğayı yok eden hasta bir varlığa dönüşmüştür. İlaç ve inşaat şirketlerinin ortaklığının yaşandığı bir zamanda tarımın sona erdiği, bitki ve ağaç adına hiçbir şeyin kalmadığı yeryüzünde adım başı hastane ve AVM vardır. Herkes rüyada gibidir. Şüphesiz ki hiç kimse, uyanır uyanmaz kahverengi bir böcek olduğunu görmeyecektir, çünkü böcekleri ilaçlamışlardır. Gerçek ve rüya arasındaki bu salınımlarda herkes yürüyebilir, oturabilir ama kimse konuşamaz. Çünkü düşlerin bile sorgulandığı, devletin bir şirkete dönüştüğü distopya ülkesinde buna izin yoktur. Romana konu olan ülkedeki insanlar iştah açan reklamlara bakıp renkli gazeteleri inceledikleri bir gün gazetede gördükleri şehirle, yaşadıkları şehrin aynı olduğunu fark edip ürperirler. İşte o noktada gerçekleri görmenin uzağına düştüğümüz, geleceğe bakmaktan korkar olduğumuz, toplumsal bir kâbusu yaşadığımız dönemlerin anlatıldığı bu kitabı bir rüyadan uyanışın habercisi olarak da okuyabiliriz.

Geçirdiği beyin kanaması sonucu konuşma yeteneğini yitiren Sevda Kül, yazdıklarının konuştuklarından daha derine işlediğini gördüğünde rüyalarını yazmaya karar verir. Romandaki rüya ve yazma ilişkisi, Sevda Kül’ün uykuda gördüklerini psikiyatri uzmanı olan arkadaşı Nihal’e aktarmasıyla ilerler. Çünkü o, yalnızca kendi düşünü değil ormandaki kuşun, geceleyin ağaçlara düşen ay ışığının, ağaçların arasından geçen seslerin de düşünü görmektedir. Anladıkça yazar, yazdıkça anlar. Rüyaları bir düşünme yolu olarak ele alır. Yazmak ona iyi gelir. Bilinen her şeyin bir gün unutulmaya mahkûm olduğu bir ortamda, yeniden dirilişin ve bizler yaşayıp giderken geçmişimizi yok eden zamana, bu toplumsal kâbusa direnişin tek yolu yazmaktır. Neyse ki “iyilik saçan ötüş”leriyle kuşlar vardır ve insanın içini iyimserlikle dolduran ağaçlar, ormanlar yani doğa tüm canlılığıyla okura eşlik eder. Yazar bu yolla, bunca kadın düşmanlığı ve çevre katliamı karşısında direnenlere, kaleminin ucunu sivrilterek destek vermiştir.

DÜNÜ VE BUGÜNÜ GELECEĞE TAŞIMAK

Hiç şüphesiz yazarak anlatmakla, anlamak ve anlaşılmak arasında sıkı bir bağ var. Görsellik çağında yazının unutuluşu, yok olacağı endişesini taşırken yeniden dirilişin tek yolu, birilerinin okuyacağını umarak yazmaya bağlıdır. Mekânı ve zamanı kendi deneyimlerimiz üzerinden sanata dönüştürdüğümüz, dünü ve bugünü estetik bir tasarımla birbirine bağlayabildiğimizde hakikatle buluşup, onu bu yolla geleceğe taşıyabileceğimiz düşüncesine katılmamak olanaksız.

Dünya eşsiz ama bir o kadar sınırlı bir yer; hacmiyle, kapasitesiyle, üzerinde barındıracağı nüfusu ve kaynaklarıyla… Birer kötü rüya olmasını dilediğimiz zamanlardan geçerken, hafıza mekânları yok edilip tıpkı rüyaların aynılaşması gibi büyük kentler ve binalar birörnekleşirken insanca yaşama düşünü rüyalarda mı görürüz ancak? Gürsel Korat, bu soruyu şöyle yanıtlıyor: “Daha tehlikeli bir şeyi öngörüyorum ben: İnsan nasıl yaşıyorsa öyle düş görür. Bir örnek yaşıyorsa düşü de öyle olur.”

Uyku Ülkesi’ni okumayı bitirdiğimizde unutuş ırmağı Lethe’nin suyunda yıkanmış, ondan içmiş kadar oluyoruz. Peki, o periyodik kâbuslardan kurtulup içimizde başka bir bakış odağını etkinleştirerek, yeni bir başlangıç yapabilmek mümkün mü? Yarınla gelen, yarının getireceği o yeni günü sadece rüyalarda görmemek için bir distopyanın “umut” içermesi, biraz da bu yüzden olmalı.