Çok üşüyorum bu ara, sanki kış ortasında fırtınalı bir tepeye çıkmışım, halbuki metrobüste, sokakta, evde… Bir üşüme geliyor gitmiyor. Adalet Ağaoğlu’nun romanının ismi gibi, “ruh üşümesi” diyorum ben buna. Ankara Katliamı’ndan sonra, daha da soğudu, buz gibi oldu her şey.

Bataille, zorlama olmadan, tutku olmadan yazılamaz diyordu. Yazı kendini gereklilik ve aciliyet içinde dayatır. Kendimi zorlayarak oturuyorum yazı masama, zorluyor beni yazmak. Önce öfke dolu şeyler yazıyorum, ısıtıyor içimi biraz, ama yetmiyor. Sevgiyle yazmadıkça, ısınamayacağımı biliyorum. Ne kadar üşüsem de pencereyi açıyorum, bir trendeymişim gibi içeriye rüzgâr doluyor, hareket ediyor her şey. 90’larda yaptığım bir tren yolculuğu geliyor aklıma, kıştı ve çok üşüyordum, ısıtacağından emin, bir şiir kitabına sıkı sıkıya sarılmıştım. Şöyle düşünüyordum o zaman da, dünyayı, insanları sevmeyen biri, nasıl yazabilir ki? Daha bilmiyordum, işkenceci katillerin neye benzediğini. Bizimki gibi burun delikleri, ağızları, bir sesleri olmasını kabullenmekte hâlâ zorlanıyorum. Ankara Katliamı’nı yapan o canileri, keşke başka türlü bir yaratıklarmış gibi hayal edebilsek, insana benzemeseler. Trenin restoran kısmına geçişteki aralıkta trenin penceresini açmıştım ve kar taneleriyle birlikte sert bir rüzgâr çarpmıştı yüzüme. Yanımda o sıra bir kadın bitmişti, gülerek “Ne yapıyorsun?” demişti. “Nefes alıyorum” demiştim. “Rüzgârı yutarak mı? demişti. Trenin içi havasız değildi, pencereden giren rüzgâr, havadan başka bir şeydi. Sonra, “Gözlerini kapatarak rüzgârı dinle” demişti. Trenin penceresinden başımı çıkarıp, dediğini yapmış, rüzgârı dinlemiştim. “Ne duydun?” diye sormuştu, gözlerimi açar açmaz. “Rüzgârın sesini.” “Peki ama ne anlatıyordu?” Esen her rüzgârın bir şey anlattığını o zamanlar bilmiyordum. Ben de “Bilmiyorum” demiştim. “Dinlememişsin, kafandaki sesleri susturup dinleseydin, duyardın rüzgârın söylediklerini” demişti. Kim olduğunu merak etmiştim, Leyla’ydı adı, Suriyeli olduğunu söylemişti, ama Berlin’deydi ailesi, Moğolistan’a gidiyordu. Tren yolculuğu boyunca, bana rüzgârı dinlemeyi öğretmişti. Ona göre erkekler “ölümlü”, kadınlar da “doğumlu”ydu, bu yüzden rüzgârın sesini duymak için erkeklerin ayrıca çaba göstermesi gerekiyordu. Yıllar sonra Arendt’de rastlamıştım “doğumlu”luğa, siyaset felsefesinin merkezine insanın ölümlü oluşunu değil, doğumlu oluşunu koyuyor, insanların ölmek zorunda olsalar da, yeniyi başlatmak için doğduklarını söylüyordu.

“Yeniyi başlatmak”, o günlerde içimde tam da böyle bir inanç yeşeriyordu. Onunla o tren yolculuğunda, Türkiye’de yaşanan kötü şeylerden konuşmuştuk, gözaltında kayıplar, faili meçhul cinayetler… “Tükenme belirtileri bunlar” demişti, “devlet, iktidar tükeniyor, yenileyemiyor…” Körleşmiş siyasetten konuşmuştuk sonra, siyaseti sadece toplumun belli bir kesiminin ihtiyaçlarını gidermekten ibaret sanan iktidarın, toplumu kutuplaştırarak kendi yıkımına doğru sürükleyişinden. Totaliter iktidarların insana dayattığı tek boyutlulukta, rüzgârların da susturulacağından… Sonra Furuğ’un “rüzgâr bizi alıp götürecek” şiirini okumuştuk, karla kaplı bembeyaz bir ovanın ortasında güneşin doğuşunu izlerken.
Şimdi yine, pencereden başımı uzatıp rüzgârın söylediklerini duyabilmek için çabalıyorum. Seçimden önceki son yazım bu ve sanki seçim sonuçlarını duyacakmış gibi gözlerimi kapatınca, Leyla’nın uyarısı geliyor aklıma, “Kafandaki sesleri susturamazsan rüzgârın ne dediğini duyamazsın.” Hem, rüzgâr sana duymak istediklerini söylemez, duyabileceklerini… Ama kafamın içindeki sesleri susturamıyorum bir türlü, çok şey oldu ve o kadar çok insan öldü ki…

İyi ve kötünün ne olduğuna dair bütün o kafa karışıklıkları, bunca şeye rağmen azalmamışsa, yazık bize, bu ülkeye… İş cinayetlerinde ölen binlerce insan, oy verenler için bir anlam ifade etmiyorsa… Savaşın ne kadar korkunç bir şey olduğu, bırakın Suriye’de yaşananları, Cizre’de kurşun delikleriyle dolu binalara, buzdolaplarında saklanmak zorunda kalınan cesetlere bakıp görülemiyor ve barış diye yırtınanlara değil de, savaş çığırtkanlarına kulak veriliyorsa, Iris Murdoch’ın Ayrıntı’dan çıkan “İyinin Egemenliği”nde yazdığı gibi, sevginiz yanlış ve yanlış bir iyiye doğru hareket ediyorsunuz demektir. Kötü demiyor Murdoch, yanlış diyor. Niyetinizin iyi olması, korkunç sonuçlar doğuracak bir yanlışı yapmayacağınız anlamına gelmiyor.

Umutsuzluğun en korkuncu, iyi olana duyulan sevginin yitimi olsa gerek. Melanie Klein, “Haset ve Şükran”da büyük acılardan, felaketlerden sonra yeniden huzura kavuşan insanlardaki dayanıklılıktan, içsel güçten bahseder, bunun nedenini ağır mutsuzluk kaynağı olan hasetten kurtulmakla, Murdoch’ın tabiriyle “gerçek iyi”ye duyulan inanç ve sevgiyle açıklar. Bugün ihtiyaç duyduğumuz tek şey, içimizdeki “gerçek” iyiliğe inanmak ve onun için mücadele etmek… Rüzgârın söylediği buydu…