Rüzgâra vermeyin ateşten koruyun...

Kitaplar insanları çoğaltır. Bu kadar da değil, zaman içinde geçmişe ve geleceğe “ışınlanabiliyorsak” kitaplar sayesindedir. Kimilerinin kitapla bağı, bağlantısı okuma süresiyle sınırlıdır. Kimileri ise adeta savaşırlar kitaplarla. Ben bu ikinci kategoridenim. Romanlar dışında, hoş onlarda da elim sık sık kalemlere gider ama, kitaplarla adeta savaşırım. Çizerim; kırmızı, yeşil, siyah boyarım; kenar boşluklarına yazar, sonra yazdığımın üstünü karalarım; dipnotlarını alır sayfanın içine taşırım. Sonunda adeta iki düşman gibi bakışır, uzlaşma yolları ararız. Kitabın bana “dur bakalım bekle biraz, dönüp geldiğinde ki geleceksin, hesaplaşırız senle” dediğini duyar gibi olurum. Öyle de olur. Bu karmaşık ilişkiyi farklı bağlantılar kurarak yaşayan okurlar da var biliyorum; kitap kurdu bir dostum kitapları koklamadan okumaya başlamazdı. Bunun tehlikeli olduğunu söyleyenlere kulak asmaz, -kitap sayfaları arasında bin bir mikrop virüs bakteri yaşar- sayfaları derin derin koklardı. Kitaplarla hesaplaşma derken yazarlar aklınıza geliyor, öyle değil mi? Şu da bir gerçek ki çoğu zaman okumaya başladığınızda yazar silinip gider, yazı bağımsızlaşır, yazarı da kitabın kapağının dışına itiverirler.

Ama yazarı kapı dışarı eden yazı, okuyanı hemen içine alır, kendi parçası haline getirir. Sonunda siz de kitabın öznelerinden birisi oluverirsiniz. Tıpkı kuantum fiziğinde dalga mı parçacık mı olduğuna karar veremediğimiz parça ya da dalganın, onu gözleyenle de alışverişe girdiğini ve kararlarını ona göre verdiğini, kendini gizlediğini söyleyen fizikçinin anlattığı gibi. Teşbihte hata olmaz, fizikçinin söylediği gerçek mi, gerçeği yansıtıyor mu bilemem ama okurla kitap arasındaki ilişkide okur kitabın içine girer onu biliyorum.

İhrak-ı binnar

Bir de kitabın içine girmek bir yana onu tümüyle dışlayanlar ve tehlikeli bulanlar var biliyorsunuz. Onların kitapla ilişkisi kitabı yok etmek üzerine kuruludur. Hitler’in “Bizden olmayan ne varsa yakın” emrinin çekiciliğine kapılan yığınlar da bu emrin yüreklerini titretmesine izin verir, mutlu olur ve bir “ihrak-ı binnar” vecdiyle kitapları ve o ateşte aslında kendilerini yakarlar. Böylelikle onlardan ve onların getireceği kötülüklerden de insanı kurtarmış olduklarını varsayarlar. Oysa ne kitaptan ne de onun önlenemez sihrinden kurtulmak mümkündür. Kitaplar aslında gerçekten de sihirlidirler. Çünkü onlarda insan hallerinin hemen hemen tümü yer alır ve hatta kitaplarda henüz insan hallerine dahil olmamış, yakın zamanda da olması beklenmeyen sihirler de bulunur. Muhtemel bir gelecekten söz eden kitaplar, tarihin derinliklerinden ama unutulmuş ve belki de üstü bilerek örtülmüş hakikatlere yeniden hayat hakkı tanıyan kitaplar bu tür kitaplardır. Kitapların koruyucuları da pek çok kez kitaplar gibi yakılmış vahşice öldürülmüş ama yine de onları çılgınca bir kendinden geçmişlikle alevlerin içine atanlar amaçlarına ulaşamamışlardır. En vahşi örneklerden birisi tarihteki en zengin kütüphanelerden olan İskenderiye Müzesi ve kütüphanesinin yakılması, talan edilmesidir. Bu eşsiz eserin koruyucusu güzel ve bilgin Hypatia’nın vahşice öldürülmesinden sonra kimi el yazmalarının pek çoğu yakılıp parçalanmış olsa da bir yerlerden çıkıp gelmeleri de o sihri anlatır aslında. Kimi zaman tarihin çöplüğüne fırlatılıp atılmış, üstü örtülmüş, toz toprak içinde tanınmaz hale gelmiş kitaplar bile bulundukları yerden başlarını kaldırır, silkinip ayağa kalkarlar.

ruzgara-vermeyin-atesten-koruyun-965337-1.

De Rerum Natura

İşte milattan önce 95 ile 50 yıllara arasında yaşamış büyük ozan, -aslında belki de bilgin demeliyim- Titus Lucretius Carus’un ünlü eseri De Rerum Natura – Evrenin Yapısı, yok edilememiş yıllar sonra ortaya çıkıvermiştir. Ne müthiş bir eserdir o.

Epikuros’un izinden giden Lucretius, her şey görünmez parçacıklardan oluşur, der. Bu parçacıklar yani şeylerin tohumları ebedidirler. Temel parçacıklar sayıca sonsuz ama eşik ve boyut bakımından sonludurlar diye anlatır. Onlar sonsuz bir boşlukta -şimdi biz ona uzay ya da uzam mı diyoruz- hep hareket halindedirler. Sonra büyük hükme gelir sıra, parçacıklar der, yine cesur ozan ne var edilmişlerdir ne de yok edilebilirler ve Lucretius, her şey bir sapmanın sonucunda ortaya çıkar; parçacıklar önceden belirlenmiş tek bir istikamette birbirinin adımlarını izleyerek hareket etmezler diyerek, çağlar öncesinden kör determinizme kafa tutar sanki. Sapmalar konusunu derinleştiren şair, tüm hareketler, önü sonu belli upuzun bir silsile olsalardı özgürlüğün bir anlamı kalmazdı derken adeta kaos içinde sapmalarla yolunu bulan gerçeklikten söz eder gibidir. Doğanın yalnızca insan için olduğunu düşünenlerin yanılgı içinde olduklarını anlatan Lucretius, insanlık diye sürdürür şiirini, hayatta kalmak için verilen ilkel bir mücadeleyle başladı. Ozan ölümü küçümser, sonrasının ise bir hiçlik başka bir şey olmadığını anlatır. Hurafenin zalimliğine satırlar ayırır; şeytanlardan hayaletlerden korkmayın çünkü onlar yokturlar derken insan hazzı artırmak acıyı azaltmak için savaşmalı, önümüzdeki en büyük engel çektiğimiz acılar değil yanılgılarımızdır diye sürdürür eserini ve nihayet insanın doğasını anlamak merak işidir der, merak etmeye övgüler düzer. Ama Lucretius yüzyıllar sonra gün yüzüne çıktı biz de iki şairin Tomris ve Turgut Uyar’ın usta kalemleriyle güzel Türkçeye çevrildi. Saklanmış, yakılmış kimi nüshaları bağnazların ateşinden her nasılsa kurtulmuş olan De Rerum Natura’yı, Lucretius’un kayıp eserini günyüzüne çıkaran el yazmalarına pek meraklı, kayıp kitapların peşine düşmeyi iş edinmiş yazıcının yani Poggio’nun hikâyesini de Stephen Greenblat Sapma adlı eserinde ayrıntılı bir şekilde ve güzel bir kurguyla anlattı. (Can yayınları)

Güzel hikâyedir ama biz Lucretius’un adına başka ve çok önemli bir ustanın doktora tezinde de rastlıyoruz, o nedenle de daha bir aşina sayılırız Lucretius’a. Genç Marx, “Demokritos ile Epikuros’un Doğa felsefelerinin farkı” başlıklı doktora tezinde hem konusuna yoğunlaşır hem de Yunan ve Roma uygarlıklarının edebi eserleri üzerine yorumlar yapar. Bu arada Demokritos’un sığ bulduğu materyalizmi yerine Epikuros’un atomculuğunu öne çıkartır. Doktora tezini yorumlayanlar Marx’ın, Epikuros ve onun izleyicisi Lucretius’un sığ dinsel inançlarının etkisizleştirilmesinde önemli bir manivela oluşturduklarına da dikkat çektiğini vurgularlar. Yine derler ki, Marx daha gençlik döneminde bile felsefeyi salt zihin dünyasına ait bir şey olarak algılamadığını gösteriyordu. Marx’ın doktora tezindeki Lucretius’la ilgili şu sözleri de övgünün hedeflediği gerçeği öne çıkartır: “Lucretius Romalıların gerçek kahraman şairidir, çünkü Roma ruhunun cevherinin şarkısını söyler; burada Homeros’un sakin, güçlü, bütünleyici karakterleri yerine diğer tüm niteliklerden yoksun, delinmez zırhı içindeki dimdik kahramanlarımız vardır; Lucretius bize savaşı, omnium kontro omnes’i (herkesin herkesle savaşını) kendisi için var olmanın katı formunu, tanrıdan yoksun bir doğayı ve dünyadan yoksun bir tanrıyı verir.

***

Kitaplar üzerine bu kadar söz herhalde yeterlidir. Öyle bir zamana girdik ki artık kitap basmanın, yaymanın zorlukları üzerine her gün nutuklar söyleniyor ve durumun vahameti her gün biraz daha ortaya çıkıyor. Enflasyondan kaynaklanan bu zorlukların günün birinde aşılacağını söyleyebiliriz ama kitaba düşmanlığın, cehaletin zirve yapması, bütün âlemlerin bilgisini hurafeye dönüştürmenin egemen olmaya başlaması dehşet verici değil mi?

Kitaplarınızı koruyun. Yazıyı esirgeyin, rüzgâra kaptırmayın, alevlere teslim etmeyin…