İhtiyar balıkçı Macit Amca’yla denize açıldığımızda rüzgâr şiddetini artırmıştı. Geçenlerde olanları düşünüp tedirgin olsam da Macit Amca’nın hava ve deniz bilgisine güveniyordum. Bir koyun açıklarında tonoz atıp oltalarımızı hazırlarken, “Sende bir değişiklik var” dedi, “eskisi kadar siyasetten söz açmıyorsun.” Bunu sitem eder gibi söylemişti biraz, aslında benim de kendime sık sık sorduğum bir soruydu, gündelik siyasette olup bitenlere dikkatimi veremiyordum. “Haklısın” dedim, “En son Cumhuriyet gazetesi davasını yakından takip etmeye çalıştım. Ahmet Şık’ın o tarihî savunması heyecanlandırmıştı; ama müftülere resmî nikâh kıyma yetkisi gibi durumların taktik çıkışlar olduğu ve ne söylenirse söylensin iktidara yaradığı çok belli; çünkü ciddi bir meşruiyet ve motivasyon krizi içindeler ve ancak bu sayede nefes alıyorlar. Gerçekte karşı karşıya kalınan sorunlarla nasıl mücadele edeceklerine dair bir fikir ya da planları yok. Bir öyle bir böyle, yeter ki vakit kazanılsın. Bu arada o kadar çok acı ve haksızlık birikti ki…” Macit Amca gülümseyerek baktı, “Değişmemişsin” dedi.

İçinde olduğumuz kayık, dalgaların şiddetiyle ceviz kabuğu gibi sallanıyordu. Macit Amca, başını gökyüzüne çevirip üzerimizden geçen bulutları izledi bir süre ve “Geçer birazdan” dedi. Dediği gibi de oldu ve rüzgâr dindi. “Rüzgârla nasıl konuşulacağını öğretmedin bana” dedim. Macit Amca, o gür kahkahalarından birisini atıp, “Öğretilmez ki böyle şeyler, izlemeyi bileceksin, daha önceki fırtınaların nasıl koptuğunu hatırlayacaksın. Siyaset ve toplumsal olaylar da doğa olayları gibi, işaretleri var; ama ne yazık ki herkes görmek istediğini görme telaşı içinde, gerçekte olanı değil.”

Birkaç gündür, ‘Cogito’ dergisinin ‘Yaralanabilirlik’ sayısındaki yazılar üzerine düşünüyordum; özellikle Todd May’in yazısı ve Judith Butler’la yapılan söyleşiyi. Macit Amca’nın fikrini almak istedim okuduklarımla ilgili. “Macit Amca, şayet varlığın geçmişteki çok büyük bir acıyla ilişkili olsa, binlerce kişi öldüğü için sen doğmuş olsan… Mesela soykırım olmasaydı, annenle baban tanışamayacak ve sen dünyaya gelemeyecektin. Soykırımın olmamasını, var olmamaya tercih eder miydin?” Macit Amca, soruma şaşırdı, “Bu nasıl bir soru evlat” dedi, “Elbette var olmamayı tercih ederdim.” Todd May’den ve yazısından ona bahsettim ve diğer soruyu sordum: “Eğer geçmişteki dehşetleri önlemek adına varlığımızı feda etmeyi göze alıyorsak, şimdi ve gelecekte kendimizi ne için feda etmeye razı oluruz?” Todd May’e göre, geçmişle ilişkimiz gelecekle ilişkimizden ayrı değil, “Biri hakkında soru sorarken, diğeri üzerine yanıtlar öneririz.”

Macit Amca, düşündü durdu bir süre. “Geçmişle gelecek, birbirinden ayrı olmasa da aynı şeyler değil” dedi ve sustu. Söylediği mantıklı gelmişti. Geçmişi sonuçlarıyla bilebiliyorduk, ama şimdi ve gelecek bütün o belirsizliğiyle oyalayıcıydı. Belki de bu belirsizliği istiyorduk, umudun devam edebilmesi için bazı şeylerden emin olunmaması gerekmez miydi? Hani şu, büyük yazar olma hayali kurup kötü bir şey yazma ihtimalini düşünerek yazmayanlar gibi. Yazmadığı sürece, büyük yazar olma iddiasını sürdürebilir. Aynı şey, yaşama korkusu için de geçerli, yaşamadığın sürece ölmezsin; ama yaşıyorsundur ve öleceksin.

Todd May, ‘yaralanabilirlik’ ve ‘olumlama’ meselelerini ele alıyor yazısında. Bir futbol takımında sakatlanan bir oyuncunun yerine girip yıldızı parlayanlar, o sakatlanmayı esefle karşılayabilirler mi? Todd May, “Kişi olumladığı şeylerden bağımsız iyi bir geçmiş dileyemez” diyerek, geçmişi her şeyiyle onaylamak zorunda kalmanın açmazlarını, Wallace’ın ortaya attığı fikirler üzerinden tartışıyor. Wallace, bu açmazdan çıkmanın üç yolu olduğunu öne sürüyor: İnkâr, çekilme ve tövbe. Wallace’a göre bu üç strateji de işe yaramaz; Todd May ise ‘tövbe’ stratejisinin yine de işe yarayabileceğini öne sürüyor, yani insanın sahip olduğu ayrıcalıkları, o ayrıcalıkların altını oymak için kullanmasının dönüşüme neden olacağını...

Gökyüzüne bakıp, Macit Amca gibi rüzgârla konuşmayı denedim, bulutların hızına ve yönüne baktım, havayı kokladım, martıları izledim. Macit Amca, ne yapmaya çalıştığımı anlayıp kahkahayı bastı, “İnsan kendini dinlemeyi öğrenmeden, rüzgârın söylediklerini duyamaz evlat” dedi. “Çok bilmiş ihtiyar” diye söylendim kendi kendime gülümseyerek. Bulutlar, hızla üzerimizden geçiyordu.