Dört yıl kadar önceydi. 24 Kasım 2015’te bir Rus uçağı Türk jetleri tarafından düşürülmüş ve olay kamuoyunda büyük bir destek bulmuştu. Kuşkusuz kaygılananlar da vardı; fakat onların sesi pek çıkmıyordu. Haklıydık; “angajman kuralları” çiğnenmişti, biz de gerekeni yapmıştık! Basın da, muhalefet de, askerler de bunu söylüyordu. Henüz adı konmamış olsa da ülkede adeta bir “Yenikapı […]

S-400’ler, F-35’ler ve özgürlük kavgası

Dört yıl kadar önceydi. 24 Kasım 2015’te bir Rus uçağı Türk jetleri tarafından düşürülmüş ve olay kamuoyunda büyük bir destek bulmuştu. Kuşkusuz kaygılananlar da vardı; fakat onların sesi pek çıkmıyordu. Haklıydık; “angajman kuralları” çiğnenmişti, biz de gerekeni yapmıştık! Basın da, muhalefet de, askerler de bunu söylüyordu. Henüz adı konmamış olsa da ülkede adeta bir “Yenikapı ruhu” esiyordu! Erdoğan, yabancı bir TV muhabirine “Putin’in özür dilemesi gerektiğini” bile söyledi.

Aradan dört yıl geçti; bu 12 Temmuz’da bir tarihi gün daha yaşadık. İlginç bir rastlantı, Putin yine sahnedeydi. Oysa bu kez Rus uçakları hava alanımızda “tehlikeli” uçuşlar yapmıyor, tam tersine ülkemizi tehlikelere karşı koruyacak füzeler taşıyordu! Bağımsız bir ülkeydik; savunmamızı çıkarımıza göre düzenliyorduk; buna kimsenin karışmaya hakkı yoktu. “Yenikapı ruhu” yine canlanmışa benziyordu!

Ne var ki ortada yanıt bekleyen bir de soru vardı. Gelen S-400’ler ülkeyi kimlere karşı koruyacaktı?

***

“Tehlike”, füzeleri satanlar dışında her yerden gelebilirdi ve bu konuda yerli yersiz spekülasyonlar yapılıyordu. O kadar ki, füze parçalarının Mürted (eski adıyla “Akıncı”) hava üssüne teslim edildiğini görüp de “yoksa önlem, olası çılgın darbecilere karşı mı?” diye düşünenler bile çıktı. Son günlerde ise gözler daha çok Doğu Akdeniz’e, “kâğıt üzerindeki” müttefiklerimize çevrilmişti. Ortada gerçekten de tuhaf, geçmişte benzeri olmayan bir durum vardı! Uluslararası ilişkilerimizde köklü bir dönüşüm belirtileri seziliyordu.

***

Aslında bu gelişme pek de kolay olmamıştı. Düşürülen uçak, “sırtımızdan hançerlendik!” diyen Putin, domates ve biber ambargoları, turizm boykotu ve bu arada buhar olan on milyarın üstünde dolar… Yine de kriz nispeten kolay atlatılmıştı. Doğrusu, doları yedi TL’nin üstüne çıkaran Rahip Brunson şokuna göre hayli soft bir krizdi. Üstelik kazancımız da olmuş, potansiyel bir düşmanı “değerli bir dost” haline getirmiştik! Ne var ki asıl tartışılması gereken sorun da buydu: Putin’in Rusya’sı, bugünkü politikasıyla, gerçekten de Türkiye’nin dostu olabilir mi?

***

Vladimir Putin aslında az konuşan, siyasi felsefesini açıkça ortaya koymayan, hayli gizemli bir liderdir. Kişiliğinin bu yönü ona şimdiye kadar belli bir karizma da sağladı. Kültür ve tecrübesi, yabancı diller bilmesi, spora düşkünlüğü ve istihbaratçı geçmişi de bu karizmayı besliyordu. Oysa Putin, Haziran ayında bir İngiliz gazetesiyle uzun bir söyleşi yaptı ve kişiliğini kuşatan gizem perdesini yırtarak tüm düşünce ve değerlerini büyük bir içtenlikle ortaya koydu. Artık kral çıplaktı! Financial Times gazetesi (28 Haziran 2019) bir buçuk saatlik bu söyleşiyi sayfalarında özetlediği gibi, tüm konuşmanın videosunu da yayınladı.

Peki, ortaya nasıl bir “Putin resmi” çıkıyordu?

***

Putin, Financial Times gazetesiyle yaptığı uzun söyleşide şu ana fikri işliyordu: Günümüzde “liberalizm” çağını doldurmuştur. “Soğuk savaş” dönemi elbette kötüydü, fakat hiç olmazsa bazı kuralları vardı; oysa liberalizm ile kuralsız ve bu yüzden de “kesinlikle daha dramatik ve daha patlayıcı” bir döneme girdik. Dünya yeni bir istikrar arayışı içinde; artık bunu herkes anlamalı ve adımını buna göre atmalı!

Putin’e göre bunu en iyi anlayanların başında “yetenekli bir şahıs” olan Trump geliyordu. Ona göre ABD Başkanı dünyadaki “değişimi görmüş ve ondan yararlanma yolunu seçmişti”. Oysa nasıl ABD Başkanı Amerika’yı “tekrar büyük” yapmak istiyorsa, kendisi de Rusya’yı “birinci” yapmak istiyordu!

***

Liberalizmin yetkin sözcülerine sakin bir dille ve güler yüzle açıklanan bu düşünceler belli ki saflıktan çok “meydan okuma” niteliği taşıyordu. Söylediklerinden anlaşıldığına göre, Putin, “liberalizm” kavramını geniş anlamda kullanıyor, esas olarak da demokrasi ve insan hakları konusundaki düşüncelerini dile getiriyordu. Aslında kendisine her şey sorulmuştu: Silahlanma yarışı, ABD ve Çin’le ilişkiler, ticaret savaşı, Ortadoğu sorunu, Rus ekonomisi vb. Fakat söyleşide Türkiye-Rusya ilişkilerini en çok ilgilendiren husus elbette ki Suriye savaşı ve göçmen akımı hakkında söyledikleriydi.

Putin’e göre, Rusya, Suriye’ye “büyük bir riski göze alarak” müdahale etmişti. Ülkenin “uzun vadeli çıkarları” bunu gerektiriyordu ve Rus halk dilinde söylendiği gibi “risk almayan, şampanya içemezdi!”. Nitekim şimdiden olumlu sonuçlar da alınmaya başlanmıştı. “Gerçekleştirdiğimiz şeyler, diyor Putin, beklentilerimin de üstünde oldu; bunların başında da ülkeye dönmeyi planlayan binlerce teröristin yok edilmesi geliyor”. Suriye Devleti korunarak bölgede istikrar sağlanmış, Libya tipi bir anarşi önlenmiş ve İran ve Türkiye gibi ülkelerle yararlı (business-like) ilişkiler kurulmuştu.

Peki, ya yüz binlerce ölü ve hayatlarını kurtarmak için ülkelerini terk etmek zorunda kalan milyonlar? Putin’e bu soru açıkça sorulmuyor ve Erdoğan’ın dünyaya ısrarla feci bir kırım diye ilan ettiği operasyonları Rusya Devlet Başkanı daha çok “Rus ordusunun bir tatbikatı” olarak görüyordu. Bu konuda söylediği aynen şöyleydi: “Rus silahlı kuvvetlerinin seferberliğinden de açıkça söz etmek isterim. Silahlı kuvvetlerimiz böylece (Suriye’de) barış zamanında elde edemeyeceği pratik tecrübeler kazandı”.

***

Göçmen kabulüne gelince, bu da Putin’e göre liberal düşüncenin “çok kültürlülük” anlayışı ile savunulan bir yanlıştı. Merkel bu konuda “fahiş bir hata” (“a cardinale mistake”) işlemiş, bir milyona yakın göçmen kabul etmişti. Trump ise göçmenlere karşı “duvar örmek” girişiminde haklıydı. Her ülke önce ulusal öğelerini korumalıydı ve “Avrupa’daki partnerleri”(?) de Putin’e bunu söylüyorlardı. Kısaca dışardan gelen göçmen ve narkotik akım durdurulmalıydı. Göçmenler “öldürüyor, yağmalıyor, ırza geçiyor, üstelik de cezasız kalıyordu!”…

Putin’in göçmenlerle ilgili ırkçı bir nefretle ifade edilen düşünceleri de bunlardı. Ve Rusya Federasyonu Başkanı, söyleşiyi de, kendisine yaşayan liderler arasında en çok kimi beğendiği sorusuna, tereddüt etmeden “Büyük Petro” yanıtını vererek bitirmişti. Petro ölmüş olsa bile davası yaşıyordu.

***

Görüldüğü gibi Türkiye için hayati olan Suriye savaşı ve buna bağlı göçmen sorununda Putin ile Erdoğan birbiriyle hiç uyuşmayan görüşlere sahip bulunuyorlar ve bu durumda Türkiye’nin Batı’dan kopup Rusya eksenine girme olasılığı da bir garabet manzarası taşıyor. Zaten Erdoğan ve diğer AKP sözcüleri, S 400’leri, Batı’dan kopma yönünde bir adım olarak değil de ABD ile geçici ve mutlaka çözülecek bir anlaşmazlık olarak sunuyorlar. Gözler Erdoğan-Trump ilişkilerinde ve Türk tezi de en iyimser ifadesiyle şöyle görünüyor: Obama Türkiye’ye karşı -Trump’ın da kabul ettiği- bir hata yapmış ve Türkiye de bağımsız bir ülke olarak savunmasını sağlamak üzere Rusya’yla çıkarlarına uygun bir anlaşma imzalamıştır. Türkiye Batı ile ittifaklarına sadıktır; Batı’dan kopma söz konusu değildir.

***

Elbette bu da bir görüştür; fakat ne yazık ki Türkiye’nin Batı ile ilişkileri kendisinin tek taraflı olarak saptayacağı ve yürüteceği ilişkiler değildir. Son gelişmeler karşısında asıl belirleyici merkezi de daha çok kendi kamuoylarının baskısı altındaki batılı hükümetler teşkil ediyor. Kaldı ki Batı medyasında yapılan yorumlar, batılı metropollerde bu konuda Türkiye’den ne kadar farklı rüzgârlar estiğini ortaya koyuyor! Batı kamuoyu, iktidar ve muhalefetiyle, bu gelişmeyi bir Türk-Amerikan ilişkisi olarak değil, tüm Batı ile ilişkiler bağlamında değerlendiriyor ve Türkiye’nin Batı’dan uzaklaşması olarak değerlendiriyor! Muhafazakâr Alman gazetesi Die Welt’e göre (12 Temmuz 2019) Erdoğan’ın bu konuda temel hatası “kurumlarla değil, diktatörlerle ilişki kurmayı yeğlemesinde” ve dost diktatörler düşünce, kendisi de -Kaddafi ve Ömer Beşir örneklerinde olduğu gibi- belli bir nüfuz alanını kaybediyor!

Gerçekten de öyle mi?

Aslında Die Welt gerçeğin bir kısmını ifade etse de, öyle görünüyor ki Erdoğan’ın kendine özgü bir pragmatizmle yürüttüğü politikada kişisel ilişkileri aşan, sınıfsal hedefler de var. Ve bu perspektifte, dışarda ırkçı Trump’la dost geçinerek emperyalizmin en kaba, en saldırgan kesimine ayak uydurmaya çalışırken, içerde de burjuvazinin yeni yetme, rantçı ve siyasette her türlü etik değeri hiçe sayan kesimine dayanıyor…

Peki, bu politika daha ne kadar başarılı olabilir?

Sanıyorum ki, bu politikanın S-400 teslimatına kadar başarılı olma şansı vardı. ABD Erdoğan’a anlayışla yaklaşıyor, İsrail basınında bile AKP hakkında olumlu yazılar çıkıyordu. Örneğin, Netanyahu karşıtı demokrat Haaretz gazetesi, tam da 23 Haziran seçim günü, “Türkiye’deki seçimlerde İsrail için en iyisi Erdoğan’a oynamak olabilir!” başlıklı bir yazı yayınlamıştı. Yazı şu mantığa dayanıyordu: Evet, Erdoğan İsrail’e karşı “keskin bir retorik” kullanıyor; “One Minute!” diyor; “Kudüs, kırmızıçizgimizdir; Filistin yalnız değildir!” diye öfkeleniyor; fakat pratikte hiçbir şey de yapmıyor! Aksine Türkiye ile ticari ilişkilerimiz gelişiyor ve bundan Erdoğan’ın deniz ticareti yapan çocukları da yararlanıyor. Buna karşılık muhalefet Erdoğan’ı söylediklerini yapmaya, İsrail ile ilişkileri kesmeye zorluyor. Hatta bu amaçla Meclis’e sundukları bir tasarı da AKP ve MHP oyları ile reddedildi!

Görüldüğü gibi iktidara muhalif bir İsrail gazetesi, Türkiye’deki muhalefeti “anti-Netanyahu” olmaktan çok “anti-İsrail” görüyor ve bu koşullarda ülkesini de -ehveni şer olarak- “Erdoğan’a oynamaya” davet ediyor. Çok daha önemlisi, aynı merkantil politika ABD’ye karşı uygulanıyor ve Erdoğan’ın “kazan-kazan” ilkesi, ülkesini bir şirket gibi yönetmeye çalışan Trump’ın sempatisini kazanıyor. Buna karşılık Türkiye’de ana muhalefet, kimlik politikasını tutarlı bir sosyal ve sınıfsal politika ile aşamıyor ve sonunda da uluslararası demokratik destekten yoksun kalıyor.

***

Peki, Türkiye’ye S-400’lerin gelişi bu oyunu bozar mı? Yoksa Erdoğan Rubikon’u aştı ve Haaretz’in bu kez yazdığı (14 Temmuz 2016) gibi “epik boyutlu stratejik bir hata” mı işledi?

Aslında son seçimlerin ve parti içi kavgaların gösterdiği gibi, AKP iktidarı çözülme sürecine girmiştir ve bu süreci yönlendirmek de ülkenin tüm demokratlarına düşüyor. Çağdaş emperyalizm ülkeleri burjuva demokrasileri ile sosyalizm arasında değil, burjuva demokrasileri ile faşizan dikta rejimleri arasında seçim yapmaya zorluyor ve bu kutuplaşmada, ABD ile Rusya karşıt kamplarda görünseler de, otoritarizm tutkusu ve sınıfsal dayanaklar Trump ile Putin’i birleştiriyor. Erdoğan da bu ortaklığı kullanıyor ve politikasını pratikte merkantil çıkarlara dayandırırken, retorikte halkın en tutucu duygularını okşuyor ve iktisadi krize meydan okuyarak “benim halkım kan kusar, kızılcık şurubu içtim der!” diyor.

Peki, kolay para döneminin geride kaldığı ve Trump’ın kendi ülkesi meclisinde bile “ırkçı” ilan edildiği bir dönemde, bu politikayla nereye kadar gidilebilir? Gerçek şu ki umutlu günler, kimlik politikasının “biz ve ötekiler” tuzağına düşmeden ve kestirme yollar aramadan, tüm demokratların özgürlük ve adalet kavgası ile gelecektir!