Eyüboğlu, Tonguç’un yakın arkadaşıdır. Tonguç’un enstitüler ile ne yapmak istediğini çok iyi anlamış ve bu amaca inanmış bir aydındır. Eyüboğlu aynı, Köy Enstitüleri gibi her şeyi ile bu topraklar bizim diyen bir aydındır.

Sabahattin Eyüboğlu ve Köy Enstitüleri
Sabahattin Eyüboğlu.

OLCAY TAŞLI

Türk Devrimi önderini kaybedeli henüz bir yıl geçmişti. Mustafa Kemal Atatürk, bir siyasi hareket için belki bir önderden bile fazlasıydı; çünkü hayatın her alanında gerçekleşen atılımın öncüsü, programcısı ve uygulayıcısı bu büyük deha sahibi adamdı. Bu yüzden 1939 yılına gelindiğinde devrimin seyri açısından bazı tereddütler vardı; ama devrimin ikinci adamı İsmet İnönü’nün, hız kesmeye niyeti yoktu. Özellikle kültür ve eğitim alanında Bakan Hasan Ali Yücel ile birlikte bir altın çağ yaşanacaktı. Yücel, bazı kadrolara güvendiği isimleri bizzat göreve çağıracaktı. Bunlardan birisi de Sabahattin Eyüboğlu’ydu. Eyüboğlu, Talim Terbiye Kurulu üyesi olacaktır. 1939 yılında gerçekleşen 1. Türk Neşriyat Kongresi’nden sonra kurulan Tercüme Bürosu’nda başkanlık yapacaktır. Tercüme Bürosu, Sabahattin Eyüboğlu, Nurullah Ataç, Oktay Rifat, Orhan Veli, Melih Cevdet Anday, Erol Güney, Azra Erhat, Cahit Sıtkı Tarancı, Necati Cumalı ve daha nice önemli aydınla birlikte yapılan çeviriler aracılığıyla kültür hayatımız zenginleşecekti. Ayrıca yapılan çeviriler, dilimizin biçimlenmesinde önemli bir rol oynayacak ve dünya düşünü, yazını ve sanatı ile bizim aydınımız arasında bir köprü kuracaktı. 1947 yılında Montaigne’den Denemeler adlı eseri çeviren Eyüboğlu, daha sonraki yıllarda Rimbaud’dan çevirdiği şiirler ile şair yönünü de ortaya çıkaracaktır.


1. Türk Neşriyat Kongresi’nden iki ay sonra Hasan Ali Yücel başkanlığında 1. Maarif Kongresi toplanacaktır. 1939 yılında maarifte de güçlü bir devrimci kadro kurulmuştu. Özellikle Köy Enstitüleri ile birlikte bir araya gelen devrimci bir kadro vardı: İsmail Hakkı Tonguç, Ferit Oğuz Bayır, Rauf İnan, Hürrem Arman, Süleyman Edip Balkır…

Birinci Maarif Şurası, Eyüboğlu ile İsmail Hakkı Tonguç’un tanışmasına vesile olacaktır. Ölünceye kadar devam edecek dostluğun ilk köprüsü burada atılacaktır. Kurulan dostluk sadece bir gönüldaşlık değil, aydınlık yarınları yoğurmak için seçilmiş bir omuzdaşlıktır aynı zamanda. Eyüboğlu, Köy Enstitüleri ile hayata geçirilen eğitim ütopyasına gönülden inanmış bir aydın olarak, 1942 yılında açılan Yüksek Köy Enstitüsü’nün Metinlerle Batı Edebiyatı öğretmeni olacaktır.

Çok partili yönetime geçiş ile birlikte (1946) bu dostluk kader birliğine dönüşecektir. Çok partili dönem, CHP içindeki sağ kanadın aradığı fırsatı sunar, uzun zamandır eğitim ve kültür alanında gerçekleşen büyük atılım, birçoklarını rahatsız etmekteydi. Özellikle Köy Enstitüleri üzerinde gerçekleştirilen saldırılar sonucunda önce bakan Hasan Ali Yücel görevinden istifa etmek zorunda kalacaktır, sonra da Tonguç görevinden ayrılacaktır. Eyüboğlu da hem Yüksek Köy Enstitüsü'ndeki görevinden hem de Tercüme Bürosu’nda ki görevinden ayrılacaktır. Yalnız Eyüboğlu, 1960’lı yıllarda Vedat Günyol ile birlikte kurduğu Çan Yayınları ile birlikte çeviri edebiyatındaki eksikliği tamamlama çabasını devam ettirecektir.

Eyüboğlu’nu anlatmak için seçeceğiniz birçok başlık bulabilirsiniz. Örneğin, ardından gelen genç belgeselcilere öncü ve örnek olmuş belgesel filmleri ile anlatılabilir Eyüboğlu. Kimselere benzemeyen halkçılığı veya hümanist kişiliği ile anlatılmaya değer biridir. Yazdığı denemeler, yazın hayatımızda önemli bir yer tutar Eyüboğlu’nun; ama ben onun tam da hayata bakış açısının izdüşümü olarak gördüğüm bir noktadan anlatmak istiyorum; ama bu özelliğinin en açık tezahürünü Köy Enstitüleri ortaya koyduğu için önce bu okulların bir özelliğinden bahsederek başlamak istiyorum.

Köy Enstitülerinin kurulacağı alan seçilirken kentlerin dışında demiryolu ve anayol güzergâhına yakın bir köy kenarında, suyun bulunduğu bir yerde, işlenmemiş topraklar üzerinde olması dikkat edilmiştir. Köy Enstitüleri ile hedeflenen, zamanla Enstitünün bulunduğu alanda parklar, bahçeler, kitaplık kurulacak; açık hava tiyatroları yapılacak, temsiller verilecek, sinema makineleri sağlanacaktı; bir başka deyişle çölde bir vaha olacak, karanlıkta bir kültür meşalesi yakılacaktı.

İsmail Hakkı Tonguç, Aksu Köy Enstitüsünün kurulacağı alanı incelerken alandaki eski Antik Yunan kenti olan Perge’nin harabelerinden çok etkilenir. Belli ki tabiatın en verimli alanında, zamanın kültür fışkırdığı bu toprakları, çorak bırakmışız diye düşünür, Tonguç. Su kemerleri, tiyatrosu ve stadını gördükten sonra “ Tarih, taşlaşmış kırbacını beynimizde şaklatarak beşerin kabiliyetini, bunları kullanmasını ve inkişaf ettirmesini bilince ne dereceye kadar mesut ve bahtiyar olunabileceğini eserleriyle gözümüzün önüne seriyor… En küçük bir taş parçası bile içimiz derinliklerinden sarsmaya yetiyor. Hayata imkânlar yaratarak onun hakiki usaresi fışkırtılmayacak olursa, beşeri hayatın nebati hayattan farkı olamayacağı bu dekorun içinde ne kadar açıkça anlaşılıyor. Bu diyarları medeniyetin eserleriyle süslemek gerek. Köy Enstitülerini bunun için kurmalıyız.” diye düşünüyor.

Görüldüğü gibi Tonguç, Anadolu topraklarında yeşeren bu medeniyeti benimsemiş, onun kendi tarihinin bir parçası gibi görmüş ve yine aynı noktayı yeni medeniyetin merkezi yapmayı düşünmüş. Sadece Aksu Köy Enstitüsü değildir, eski medeniyetin merkezinde kurulan. Ortaklar (Adabelen) Köy Enstitüsü de bu şekilde seçilmiştir. Ortaklar, Tekin köyünün kenarında bulunan Magnesia kentinin yanında kurulmuştur.

Eyüboğlu, Tonguç’un yakın arkadaşıdır. Tonguç’un Enstitüler ile ne yapmak istediğini çok iyi anlamış ve bu amaca inanmış bir aydındır. Eyüboğlu aynı, Köy Enstitüleri gibi her şeyi ile bu topraklar bizim diyen bir aydındır:

“ Troya da bizim, Tatuşan, Gordiyon, Bergama bizim, Divrik Ulu Cami, Emir Sultan, kabaran memeler, türlü inançların taşlara kazdığı yazılar bizim, Erzurum’da Çifte Minare’nin hayat ağacı, ejderhası, Sivas’ta Gök Medrese’nin geyiği, ceylanı, tavşanı, Alaca Höyük’te yüce tapınağın çifte kartalı, Van Gölü’nde, Ahtamar Adası’nda öpüşen güvercinler, sıkışan eller, yüce dağ başlarında beş adam boyu tanrı heykelleri, kilimlerde Doğu’yu, Batı’yı, gâvuru Müslümanı, karayı, akı, maviyi, kırmızıyı uzlaştıran köylü nakışları, bizim.”

Peki, “Bu memleket neden bizim?”, bu soruyu da şöyle cevaplamış Eyüboğlu:

“Dört yüz atlıya Orta Asya’dan gelip fethettiğimiz için mi? Böyle diyenler gerçekten benimsemiyor, ana yurt saymıyorlar bu memleketi. Gurbette biliyorlar kendilerini yaşadıkları yerde. Hititler, Frikyalılar, Yunanlılar, Farslar, Romalılar, Bizanslılar, Moğollar da fethetmişler Anadolu’yu. Ne olmuş sonunda? Anadolu onların değil, onlar Anadolu’nun malı olmuş.

Bu memleket bizim olduğu için bizim, fethettiğimiz için değil. Aramızda dışarıdan gelmeler çoğunlukta olsa bile – ki değil elbette- kaynaşmış, halleşmiş hepsi. Fetheden de biziz artık, fethedilen de. Eriten biziz, eriyen de. Biz bu toprakları yoğurmuşuz, bu topraklar da bizi. Onun için en eskiden en yeniye ne varsa yurdumuzda öz malımızdır bizim. ”

Eyüboğlu’nun da dediği gibi fethettiğimiz için değil, Anadolu kültürünün bir parçası olduğumuz için, Anadolu’da yaşadığımız, eridiğimiz için bu topraklar bizim. Bizim mayamızda Anadolu vardır. Homeros, Anadolulu bir ozan, yani bizim ozanımızdır. Felsefenin ve biliminin öncüsü bizim filozofumuz Thales’dir. En çok Bizanslı bizizdir. Fatih, Bizans mozaikleri için: “Bunlar benim mücevherlerimdir, dokunmayın.” demiş softalara. Osmanlı ve Selçuklu atamız ama aynı zamanda Rum da biziz, Ermeni de; Kürt de biziz, Çerkez de; Laz da biziz, Çingene de… Paganizm, Hristiyanlık ve Müslümanlık olmuş dinimiz. Anadolu’nun tapınakları da, kiliseleri de, camileri de bizim. Tonguç’un ve Eyüboğlu’nun karmak istediği Türkiye’nin hamurunda Hititler, Frikyalılar, Yunanlar, Farslar, Romalılar, Bizanslılar, Selçuklular, Osmanlılar vardır; insan vardır, Anadolu vardır. Köy Enstitüleri temelinde de insan olmak vardır. Hani o Rönesans ile birlikte doğan, düşünen, sorgulayan, var olan insan. Tonguç gibi, Eyüboğlu gibi, Anadolu uygarlığının hamurunu yoğurmuş, Anadolu’nun ekmeğini yemiş aydınlara selam olsun!