Yazar Onur Orhan’ın romanı Yusuf’u Bulmak hem kurgusu hem de dili bakımından okuru sert iklimli bir coğrafyada yolculuğa çıkarıyor. Orhan’a Yusuf kimdir diye sorduğumuzda “insan, Yusuf olarak doğmaz, Yusuflaşabilir, Yusufluktan bir şeyler öğrenebilir. Benim roman kahramanım olan Yusuf ise bir peygamber değil elbette, kutsalla kutsal olmayanın sınırlarını birbirine yaklaştıran, hatta onu aşan, bu kavramları ve […]

Sadece hoş şeyler söyleyen  yazarlardan sakının

Yazar Onur Orhan’ın romanı Yusuf’u Bulmak hem kurgusu hem de dili bakımından okuru sert iklimli bir coğrafyada yolculuğa çıkarıyor. Orhan’a Yusuf kimdir diye sorduğumuzda “insan, Yusuf olarak doğmaz, Yusuflaşabilir, Yusufluktan bir şeyler öğrenebilir. Benim roman kahramanım olan Yusuf ise bir peygamber değil elbette, kutsalla kutsal olmayanın sınırlarını birbirine yaklaştıran, hatta onu aşan, bu kavramları ve hattı tecrübe yoluyla kat eden bizden biri” yanıtını verdi.

• Yusuf’u bulmak bir tarihsel bir göndermeden yola çıkarak aslında toplumun farklı kesimlerinin kendi Yusuf’larına göndermelerle ilerliyor. Bu yolla bir yüzleşme mi amaçladınız?

Dinin köklerine indiğimizde mitolojiyle, mitlerle karşılaşırız ve mitlerle ilişkisi olmayan herhangi bir dinin bulunmadığını da rahatlıkla söyleyebiliriz. Sözlü kültürün bu kolektif yapıtları zaman içinde bir teknoloji olan yazıyla beraber edebiyatın içine sızmıştır; diyebiliriz ki, halen sözlü kültürün yaşadığı yerde anlatılarda, yazılı kültürün içinde romanlarda, şiirlerde ve din içinde kutsal metinlerde, siyasi mücadelenin anlatılarında başka başka biçimler altında varlığını korumaktadır. İnsan mitten azade olmamıştır, her şeyden evvel insanlık düşünün kendisi bir mittir. Çünkü o, insanın sadece kendisini geçmişe doğru kurmasının değil ama aynı şimdide ve gelecek için yaratmasının da yoludur. Biz bağlayan düştür. Yusuf da böyle bir düşün romanıdır. Bir düşün romanı olarak da Yusuf’la konuşması ve Yusuf etrafında kurulmasından daha doğal bir şey yoktur bana kalırsa. Yusuf peygamber, erdişi bir karakterdir, estetik ve etik bütünlüğünü tüm anlatılarda korur ama sanki öyle doğmuş gibidir. Ama insan, Yusuf olarak doğmaz, Yusuflaşabilir, Yusufluktan bir şeyler öğrenebilir. Benim roman kahramanım olan Yusuf’sa bir peygamber değil elbette, kutsalla kutsal olmayanın sınırlarını birbirine yaklaştıran, hatta onu aşan, bu kavramları ve hattı tecrübe yoluyla kat eden bizden biri. Yusuf, Marx’ın dediği gibi “baskı altında ezilen varlığın iç çekişi, kalpsiz bir dünyanın kalbi, ruhsuz koşulların ruhu” ama afyon değil, kimi zaman bir tokadın ta kendisidir, kimi zaman bir şifacı, bütün bunların ötesinde özneleri yokluğunda konuşturan, böylece herkesin kendi anlatısının öznesi olduğunu işaret etmenin vesilesi.

• Romanınızın dili oldukça sert. Bu yolu okuyucuda bir etki uyandırmak için mi seçtiniz?

Romana kutsaldan bir parça sızdıysa kutsal olmayandan da sızabilir, ikisini başka nasıl eşitler yahut hiçler ve aşarız? İyi ve kötünün ötesinde bir yaşamın hayalini kuranlar, ikisiyle de yüzleşmeyi göze almalı yoksa yaşamımız steril şartlarda bir oyalanma olarak kalır. İnsanların aklından kimi zaman korkunç şeyler geçer ama birçok kez bunu kendine söylemek istemez, ya ahlakın ördüğü duvarlardan bunları dile getirmez ya da bunları kendisinin esaslı bir yanı olarak görmez. İstedim ki okuyucu kendi kuyularına çekilsin ama kendi kuyularının da sadece kendi kuyuları olmadığını bilsin, bunlar bizim kuyularımızdır, tüm korkunçluk ve güzelliğiyle böyledir bu. O eski güzel sözü, Terentius’un müthiş deyişini tekrarlamaktan yorulmayacağım: Ben bir insanım ve insana dair hiçbir şey bana yabancı değildir. Edebiyatı birçok şeyin yanında yakınlaşma çabası olarak görüyorum, bunun yolu da bir miktar şiddetten geçer, çünkü doğada bir kuvvet olmadan hiçbir şey yerinden edilemez, başka bir yere göçemez. Yarattığımız yüce hapishaneden kurtulmanın yolu ya bir tünel kazmaktan ya da parmaklıkları zorlamaktan geçiyor yoksa sürekli birbirimizi asar veya kapatır dururuz.

Kimi romanı okumayı reddedebilir, kapağı açıp dilinden rahatsız olup kapatabilir, romanın kapağı bir kapıdır, böyle bir okuyucu kapağı kapattığında o kapıyı yazara sadece yazara değil, kendine kapatmış olacaktır. Okuyucu, kendine sürekli hoş şeyler söyleyen ve kendini sadece iyi hissettiren yazarlardan sakınmalıdır.

• Romanınızın ana karakteri aslında diğer karakterler üzerinden tanımlanıyor. Bu tanımların toplamı sizin Yusuf tanımıza mı işaret ediyor, yoksa sizin de ayrı bir Yusuf’unuz var mı?

Romanda yazarın sesi yok. Romanda Yusuf’un sesi de yok. Bazı yerlerde başkalarının ağzından onun ne dediğini duyuyoruz. Başkalarının ağzından duyuyorsak o zaman gerçekten onu duyuyor muyuz? Belki de o başkası, sahne almış anlatıcı, kendisindeki Yusuf dışında bir şey söylemiyordur bize. Kime inanacağız peki? Belki de inanmamız gereken tek tek her birinin şöyle ya da böyle bir özne oluşlarıdır. Yusuf burada gizli, o öznelerarası bağda, onların konuşmasında. Sonuçta bütün bir roman boyunca susan bir yazarın ve ana kahramanın yaptığı şudur, bu ikisi el ele vermiş ve başka seslere yer açmak istemişlerdir. Elbette bütün seslere değil, mesela toplumun üst sınıfını temsil ettiği düşünülen, bu da ne demekse artık, zengin erkeklerin onun hakkında bir şey dediğini duymayız, çünkü onlar Yusuf’a tamamen kapalıdır. Tek bir yerde onların Yusuf’la ilişkisine değinilir, ona fal baktırırlar, merak ettikleri şudur: Daha çok kazanacaklar mıdır, işleri nasıl gidecektir?

Benim Yusuf’um bir düştür, bir insan ve toplum düşü, onu tek bir kişinin temsil etmesiyse olanaklı değil, o yüzden “dolaşmayı” sürdürmek gerekir, Yusuf’a ancak böyle yaklaşılır.

• Romanınızın felsefi arka planında ne var peki?

Daha önce dediğim gibi bir mit var, o mitin kahramanını bir kavram olarak okumaya kalkarsanız bir ilke var. İyi ve kötünün ötesinde birinden söz ediyoruz burada, bir düşün peşinde ya da kendisi bir düş. Böylece bir düş kadar belirsiz, uçucu, göçebe, akışkan. Ele avuca gelmiyor çünkü hayat gibi. Onu sabitlemenin, yerli yurtlu yapmanın bir olanağı yok, ne zaman yerli yurtlu olsa az sonra yersiz yurtsuz oluyor, sürekli bir yapma ve yıkma işinde ama çekiçle felsefe yaptığını söyleyemeyiz, çekiçlerin, bıçakların, silahların, aşkların, sevişmelerin, sevilmelerin içinde geçip giderek yapıyor ne yapıyorsa… Yusuf, kendi etik ve estetiğinin peşinde, çokluğun, çoğalmanın peşinde. O her şeyi yutabilir, o her şeyi kusabilir çünkü bir hiç çocuk, varlıkla yokluk arası. Yusuf, kutsal olmayandan geliyor, kutsala gitmek gibi bir derdi yok, o kutsallaştırmanın ama her türlü kutsallaştırmanın dışında olmakla ilgili, bir put kırıcı, tüm tanrı taklitleriyle işi var; parayla pulla, toplumsal cinsiyetle, yani erkeklikle, kadınlıkla ama bir insan nihayetinde, hayatta kalmak için kirli işlere de şöyle bir uğradığı da oluyor ya da Canbaz’ın ağzınızdan duyduğumuz kadarıyla aslında bütün bunlara uğradığında bile sadece kendi tavını yapıyor. Daha fazlasını söylemek romanı fazla açığa çıkarmak olur, isterim ki okuyucu bunu kendisi yapsın…

• Türkiye’deki farklı karşılaşmaları ya da çelişkileri Yusuf’a dair anlatılardan okuyabiliyoruz romanda. Sizin edebi anlayışınızda bu karşılaşma ya da çelişkiler nerede duruyor?

Belki hayat anlayışım üzerinden yanıt vermem daha doğru olur bu soruya. Sonuçta bir yazarın nefes alma yöntemi sözcükler gibi görünse de onun ardında hep sesler, sözler vardır. Ses ve sözse gerçekten karşılaşmak demektir, kanlı canlı bir insanla yüz yüze gelmek. Herkesin bir anlatısı vardır; Lacan, bilinçdışının dil gibi yapılanmış olduğunu söyler. Bu sözü ödünç alayım ve işime geldiği gibi bozayım, insan da bir hikâye gibi yapılanmıştır. Bir dizi farkı, insanlar, anlayışlar arasındaki farkı bir çelişki gibi okuyabiliriz elbette, kimi zaman hayli faydalı bir yöntemdir bu, diyalektik ama bazen onları sadece bir fark olarak da görebiliriz.

Eleştirel aklın tuzakları vardır. Bir meseleyi çözümleyip serimlerken işimize yarayan diyalektik, bir resme bakarken, bir müzik eserini dinlerken, bir insana sarılırken ya da sevişirken yerini farkları kucaklamaya bırakmalıdır. Diyalektik farkları kucaklamaya, edebiyatsa âlemi çoğaltmaya yaramıyorsa başka hiçbir işe de yaramıyordur.