Büyük merakla beklenen Grinin Elli Tonu; hiçbir gizemi, cinsel heyecanı olmayan, hatta dramatik yapısı da olmayan bir film

Sadizmin eski tadı yok

GRİNİN ELLİ TONU

‘Grinin Elli Tonu’ (GET) gördüğüm en sıkıcı filmlerden biri. Zaten kolay sıkılırım ama bu film zirveye oynuyor. Filmin kahramanlarından Anastasia Steele’in hayatındaki en büyük gizemlerden birinin ‘kıç tıpası’nın ne olduğunu öğrenmek olduğunu söylersem sanırım beni anlayacaksınız. Neymiş demeyin, gugıllayın, filmde de bu sorunun cevabı yok.

GRİNİN GİZEMİ
Evet efendim, filmin konusu kısaca şöyle: Anastasia adlı üniversite öğrencisi hanım kızımız (Dakota Johnson), Christian Grey (Jamie Dornan) adlı katli vacip yüzde 1 üyesi kapitalistle röportaj yapmaya gider. ‘Grey’ gri demek, filmin adındaki grinin gizemi burada. Grey, fallik kulesinin tepesinde somurtarak oturmak dışında bir şey yapıyor gibi gözükmemektedir. Yetim ve öksüz bir çocuğun 27 yaşında böyle bir serveti edinmesinin sırrı hanım kızımız Anastasia’yı ilgilendirmez. “Gay misiniz?”, Grey’e soracağı en “zorlayıcı” sorudur Anastasia’nın. Aslında Anastasia zaten arkadaşı hastalandığı için onun yerine röportaja gitmiştir ama film boyunca da manalı bir tek soru sormaz adama.
Sonradan Grey Bey’in sadist olduğunu öğreniriz. Grey Bey, hanım kızımızı düz bir şekilde düzmek istememektedir. Sevişmek ve çıkmak gibi şeylerle işi olmayan Grey kendi ifadesiyle kadınları sadece “düzer… sert bir şekilde”. İşin püf noktası da bu sert şeklin ne olduğudur. “Nemfoman”da Lars von Trier, sadizmin kötülüğünün banalliğini göstermişti. GET, sadizmi, gizemli, erotik ve müthiş heyecan verici bir şey olarak sunuyor. Daha doğrusu sunmaya çalışıyor ama olmuyor, beceremiyor.
Hiçbir gizemi, cinsel heyecanı olmayan, hatta dramatik bir yapısı da olmayan bir film var karşımızda. Anastasia hanım kızımız, Grey’e kayıtsız şartsız teslim olacak mı, olmayacak mı? Filmin kahramanının, üstesinden gelmesi gereken zorluk bundan ibaret. Yani, adam istediği zaman kızın kıçına tıpa takacak mı, takmayacak mı? Yahu bana ne? Bize ne?


ZAMANIN ATLI PRENSLERİ
Grey’in servetinin gözümüzü kamaştırması, Anastasia gibi bizim de, adamın sahip olduğu uçaklar, helikopterler ve arabalar karşısında dilimizin tutulması bekleniyor. Kadınların hayallerindeki beyaz atlı prens artık böyle bir şey diyor film: Artık yeni prensler genç, iyi vücutlu ve mülti milyarder kapitalistler. Aslında Grey’in Anastasia’ya yaptıkları, iş hayatında kitlelere yaptıklarının bir türevi. Ünlü Türk kodamanı Mehmet Cengiz’in dediği gibi, iş hayatında “milletin a..na koyan” Grey, Anastasia’ya da aynı muameleyi çekmekten başka bir şey hayal edememektedir. Ama film keşke bu ilişkiyi kursa.
Erotik ve sado-mazo ilişkiler anlatan ciddi ve/veya erotik filmler var. “Gündüz Güzeli”nin kırbaçlanmayı hayal eden kahramanı iyi bir örnek mesela. Nemfoman’dan zaten söz ettik. “O’nun Hikâyesi” var sonra, zamanında beni epey etkilemişti. GET’in banal bir reklam filmi estetiği içinde cinselliği sömürme çabası hiçbir işe yaramıyor. Ya da ben çok yaşlandım.

***

UNUTMA BENİ

HAFIZAMIZ KİMLİĞİMİZ MİDİR?

Karikatürde iki yaşlı kadın konuşmaktadır. Biri diğerine “Aklımı başımdan alan bir Alman vardı, adı neydi unuttum, sen hatırlıyor musun?” diye sorar. Diğeri cevap verir: “Alzheimer”.
Keşke Alzheimer böyle gülüp geçebileceğimiz bir şey olsa. Filme adını* veren Alice (Julianne Moore), Alzheimer’le ilgili en acı şeyin “komik ve gülünç” duruma düşmek olduğunu söylüyor. Keşke kanser olsaydım diyebiliyor. Oysa kanser müthiş fiziksel acı veren ve nihayetinde öldüren bir hastalık. Alzheimer ise öldürmüyor, süründürüyor. Hafızası olmayan, iletişim kuramayan bir yaşayan ölüye dönüştürüyor.
Alice bir bilim insanı, hem de iletişim alanında konusunun en önemli adlarından biri. Kocası doktor, bir kızı hukukçu, oğlu da tıp okuyor. Ailenin en çizgi dışı üyesi ise oyuncu olmak için çabalayan ve üniversiteye gitmeyen Lillian (Kristen Stewart). Kendisi gibi entelektüel bir ailesi var Alice’in. Alice bir konferansta çocukların konuşmayı nasıl öğrendiklerini anlatıyor. Film boyunca izlediğimiz ise Alice’in konuşmayı nasıl unuttuğu.

Film sadece Alice’in hastalığının ilerleyişini anlatmıyor tabii ki. Bu hikâyeyi Alice’in aile ve iş hayatının içine oturtuyor. Alice Alzheimer belirtileri göstermeye başladığında önce işini kaybediyor. Hastalığının kalıtsal olduğu anlaşıldığında da bu kez büyük kızı Ana’nın “kontrollü soğuk” tepkisiyle karşılaşıyor. Kocasına ayak bağı olmaya başlıyor.
Ailenin asisi Lillian ise bu gibi durumlarda hayatta da genellikle olduğu gibi en sadık çocuk çıkıyor. Ailenin istediği biçimde düzene ayak uyduran kardeşler genellikle kendi hayatlarını kurup anne babalarından uzaklaşırken, en asi çocuklar, tuhaf biçimde hem maddi hem de manevi açıdan aileye en bağ(ım)lı olanlar olarak kalırlar. ‘Yolda’nın yazarı Kerouack’ın annesiyle yaşaması gibi Lillian da annesine bakacak olan kişidir. En isyankârın, en sadık olmasının, hayatın garip diyalektiğinin örneklerinden biri olduğunu düşünüyorum.
‘Unutma Beni’ güzel bir film. İyi oynanmış, iyi yönetilmiş. Julianne Moore bu filmle en iyi kadın oyuncu dalında Oscar kazanabilir. Kristin Stewart’a ise her geçen filmle birlikte daha çok âşık oluyorum. Önerilir.