İnsan inancıyla cem olur, taraf olmaz. İnancı bir saflık olarak taşıyan ve yaşayanın ötekisi olmaz. Olursa da bu inanç olmaz, ideoloji olur, sistem olur, dünyevi olur, saflığı bozulur

Saflık

Saflık kazanır mı? Amacına ulaşmak, dileğini gerçekleştirmek, benliğine benlik katmak, egemenliğini perçinlemek, ve kendini yüceler katında görüp göstermek için, şeytani girişimler yapanların karşısındaki saflık. Saf saf duran, saflıkla bakan ve saf bir biçimde soran. O kazanır mı?

O kazanamaz. Saflık yani, kazanamaz. Saflığın kazandığı hiç görülmemiştir. Saf mısın? Değilim galiba, keşke olabilseydim. Saflığım vardır biraz, ne de olsa serde ‘Budala’lık var, ama insanın kendini “saf bir biçimde akışa bırakması” mümkün mü Nilgün Marmara’nın dediği gibi? İnsan kendini saf bir biçimde saflığa bırakabilir bırakmasına da, dünya insanı kendi haline bırakır mı hiç?

Saflık, şiir gibi, tanımlanamayacak bir şey, yine şiir gibi ancak hissedilebilir. Şiirden biraz farklı. Şiirin varlığını hissedersiniz çünkü. Bazen kokusundan, bazen renginden, bazen tadından, dokusundan, duygusundan, duyusundan. Şiir, oluyor dersiniz. Saflıksa yokluğuyla hissedilendir. Görünmezlik değil sözünü ettiğim. Yokluk. Yokluğuyla tarif edilen şeydir, saflık.

Özgürlüğümüzü ne zaman yitirdik? Dünyaya geldiğimizde. Dünyaya gelmek, özgürlüğü yitirmektir. Böyle buyurdu… Böyle buyurmadım elbette, sadece gerçek bir özgürlüğün hiç olmadığını ve olmayacağını düşündüğümden bu. Belki tarihöncesinde, Hikmet Kıvılcımlı’nın ütopik ve fantastik, o ölçüde de lirik ve coşkulu kavramı ‘antika tarih’ten önce belki. Yani hiyerarşi ve sınıf öncesi. İnsanın kendisini hayvanla, ağaçla, nehirle, gökyüzüyle, toprakla bir tuttuğu o dönemde. Eşitlenerek özgür, özgürleşerek eşit olmak.

Eşitlik yoksa, özgürlük var mıdır? Özgürlük yoksa, eşitlikten söz edilebilir mi? Öyleyse saflık da yoktur…Böyle kesinlik ve yargı bildiren soru ve yanıtlardan uzaklaşalım. Diyelim ki, dünya denen sistemde herkese, her şeye yer vardır. Buna da hiç şüphe yoktur. Zenginlere, ortahallilere, yoksullara, kentlilere, köylülere, kasabalılara, renklere, cinslere, cinselliklere, marjinallere, ‘looser’, yani kaybedenlere, mültecilere, sürgünlere, göçmenlere, dindarlara, laiklere, tanrıtanımazlara, kuşkuculara, ikirciklilere yer vardır da bir tek kime yer yoktur?

Kazanmayı ve kaybetmeyi bilmeyenlere, yani saflara.

Saflık, kazanamaz. Saflık, kaybedemez. Saflığın kazanacağı bir şey yoktur çünkü. 40 yıl olacak neredeyse, gençtim, bir şiir ödülünde ikinci olmuştum, sonra da bir daha şiir yarışmalarına ve ödüllerine katılmamak kararıyla, “kazanmayalım, kaybederiz” demiştim. Uzun yıllar da sözümde durmuş, kararımı korumuştum. Lakin “uyup hainin iğvasına” sonra çeşitli şiir ödülleri aldım. Kazandım yani. Kazanmak, saflığı kaybetmektir önce. Kazandıkça zaten fazla olmayan saflığımı da kaybettim.

Saflık, uzak bir masal gibi. Kafdağı’nın ardında bir Safistan varmış…Dünyanın girmediği bir yer var mı yeryüzünde? Hepimiz dünyaya geliyoruz artık ne yazık ki, o ‘olmayan’ zamanlarda yeryüzüne geliniyordu herhalde. Yeryüzüne gelenler de başkalarının üzerinde egemenlik kurmaya çalışmıyor, hayvanı aşağılamıyor, tabiatı küstürmüyordu. Dünyaya gelen kazanmaya geliyor, bazen de kaybetmeyi göze alıyordu, zira kazanmakla kaybetmek kardeşti.

Kazanmak da var kaybetmek de, hayat bir kumar. Yaygın kabul bu. Hayatın kumar olduğuna karar veren de sistem. İnsanlar bu ikilemden kurtulmak, köklerine dönmek, insan olduklarını hatırlamak için, saflığın en doğal yolu, biçimi olarak gördükleri inançlara sarılıyorlar. Böylece Tanrıyla bütünleşmek, arınmak, dünya kirinden yunmak, kötülüklerden korunmak, iyi bir insan olarak yaşamak için, inançlarının gereğini de yerine getirmek istiyorlar. İnanç bu haliyle bir saflık yoluyken, sistemleştirilmeye, devletleştirilmeye çalışılıyor, başarılıyor ve bir kimlik oluyor. Dünyevileşiyor. Dünyevileşen her şey gibi o da saflığını yitiriyor ve yeni bir nefret kaynağı olarak işlemeye başlıyor. İnancın yerini taraf olmak alıyor. Oysa inanç bir saflık kaynağı olarak taraf olmayı reddeder benim düşünceme göre. Bu, inançtan değil, inancı da sistemin bir parçası yapmaktan gelen bir ötekileştirme anlayışı.

İnsan inancıyla cem olur, taraf olmaz. İnancı bir saflık olarak taşıyan ve yaşayanın ötekisi olmaz. Olursa da bu inanç olmaz, ideoloji olur, sistem olur, dünyevi olur, saflığı bozulur. İnsanlık ne yazık ki, Tanrıya ulaşmanın bir yolu olarak benimsediği inancın saflığını, onu bir baskılama, dışlama, ötekileştirme yöntemi olarak kullanma aşamasına gelmiş bulunmaktadır! Yeni mevziler kazanmak, topraklarını genişletmek, herkesi kendine benzetmek, başkalarını günahtan kurtarmak, sadece onun yaşadığı gibi yaşanacağı günlerin rüyasını görmek, ve inancı dünyevileştirip bir yaşama sistemi kurmak çabasıyla, tahammülü de içeren ortak yaşam sınırlarını zorlayarak ‘kindar’lık üretmek, herhalde ilahi inançların ruhuyla da bağdaşmayan tutumlardır.


Saflık işte. Son mohikanlar gibi son saflar. Ne dünyalığını ne ahiretliğini yapanlar. Dünyalığını yapanlara şaşıranlar. Saflığa inananlar. “Masum değiliz hiçbirimiz”. Ama kendilerini durmadan mazlum sayanlar, mağdurun dilini kullananlar, mazlum coğrafyalar edebiyatı yapanlar. Her şey geride kalmıştır artık, dilde kalmıştır. Çoktur dünya nimetlerini paylaşmakta birbirinizle yarış içindesiniz, göklerle, ilahi olanla, ruh temizliğiyle ilginiz kalmamıştır, küfre batmış ve kötülüğe bulaşmış bir haldesiniz, ama aleme nizam vermek emelinden zerrece vazgeçmediniz… Bu yazı da burada bozulmaya başladı, birazdan ağzı da bozulmadan burada bitirmeli. Gülten Akın’ın dizeleriyle “saflığa övgü”de bulunarak bitirmeli ama: “En ağır sınavdan en saf olan geçer/öder geçer”.