Düzen içi muhalefet ve ona destek veren aktörler bir adım ileri, iki adım geri attığı için bir arpa boyu yol gidemiyor. Sağ vasatın belirlediği sınırları aşmayı göze alamayınca siyaset dönüp dolaşıp İslami sembolizme ve hamasete sıkışıyor. Bundan da her defasında yararlanan iktidar kanadı oluyor. Resmi kurumlar “adı konmamış” bir dini düzene göre dizayn edilirken, gündelik yaşama her geçen gün farklı bahanelerle politik İslam’ın ajandasına göre ayar çekilirken sessiz kalan düzen içi muhalefet yine türban–Ayasofya gibi iktidarın sevdiği başlıklarla köşeye sıkıştırılmak isteniyor. CHP ödün üzerine ödün verse de “dinsiz”, “vesayetçi” damgasından kurtulamıyor. O zaman neyin ısrarı, neyin tavizi bu?

İktidar karşısında nasıl dik durulacağını bilememenin nedeni sağa açılım hülyasının zihinleri esaret altına alması. İktidar keyfi bir biçimde hafta sonu sokağa çıkma kısıtlamalarında içki satışını durduruyor, muhalefet ülkenin kurucusuna “ayyaş” diyenler bana ne demez diye düşünerek bu saçmalığa dair iki çift laf edemiyor. Saray kendine biat edenleri sanatçı sayıp diğerlerini “makbul” kültür camiasının dışına itelerken, muhalefet sanat dünyasıyla dinamik özgürlükçü bir ilişki kuramıyor. Aynı muhalefet esas tartışmayı ana eksene yani yargının iktidara bağlanmasına çekeceğine Sağlar’ın Aktroller tarafından linç edilmesine seyirci kalıyor. Erdoğan’ın CHP’de görev alan başörtülü kadınlar için “vitrin mankeni” demesini “başörtülüleri bölemezsiniz” gibi kimlikçi bir yerden bertaraf etmeyi deniyor. Eşitlik ve özgürlüğün seküler, cumhuriyetçi, sol bir savunusunu yapamayınca elbette sonuç hüsran oluyor.

Ülkenin Cumhurbaşkanı kameralar önünde Sözcü gazetesi için “okumuyorum” diyor. Bu açıklamayı gazetenin Ayasofya’nın ibadete açılışını “felaketler” arasında gösterdiği iddiası üzerine yapıyor. Erdoğan’ın okumamayı tercih etmesi en doğal hakkı ancak o kadarla da kalmıyor ve “kimse de para verip almasın” diyerek adeta talimat veriyor. Nitekim Basın İlan Kurumu haberin “maşeri vicdanı yaraladığı” gerekçesiyle hemen harekete geçiyor. Gazete ise savunma hattını “vatan, millet, bayrak ve din” üzerinden kuruyor. Editör notuna göre amaç Ayasofya’nın ibadete açılışını eleştirmek değil, gazete bir yalan üzerinden hedef alınmış. Aynı notta Erdoğan’ın sözleri de “beğenmiyorsanız almazsınız” manasında hayırhah bir biçimde yorumlanıyor. Halbuki Saray’ın yandaş olmayan basını topla tüfekle kuşattığı, “maşeri vicdan” denilerek sağ vasatın dayatıldığı bir ülkede savunma çizgisi basın özgürlüğü olmalıydı. BirGün ve Evrensel üzerindeki ilan baskısı gibi çok net örneklere de vurgu yapan bir mesleki dayanışma hattı kurmak bu kadar mı zordu?

Muhalefet, iktidarın her kurumu kendine bağlama, özerk kurumları da kayyum eliyle yönetme taktiğini de etkisiz kılmakta zorlanıyor. Kurum teamüllerinin ve seçimlerin ortadan kalktığı bir konjonktürde liyakat vurgusu dışında etkin bir politik karşılık üretemiyor, çünkü kurumların bileşenleri, sürecin muhatapları ile organik bağ kuramıyor. Son örnek Boğaziçi Üniversitesi’ne (BÜ) atanan rektör oldu. Atanmış rektörün AKP ilçe teşkilatı kuran, belediye başkanı ve milletvekili adayı olan bir profile sahip olması “kayyum” tepkilerini beraberinde getirdi. OHAL döneminde çıkarılan KHK ile rektör seçimleri tarihe karışmıştı. Bu tarihten sonra ülkenin birçok üniversitesine eski AKP milletvekili olan isimler rektör olarak atandı. Tasfiyelerle cılızlaşan üniversite camiası bu gidişata dur diyemediği gibi düzen içi muhalefet de konuya yeteri kadar ilgi göstermedi. BÜ camiası kendilerinin başka üniversitelerde farklı olduğunu, kurumsal geleneklerinin siyasi müdahaleye set çekeceğini düşünüyordu. Politik mahfillerde de aynı eğilim mevcuttu. Ancak 2017’de rektörlük seçimine dahi katılmamış bir isim Erdoğan tarafından rektör olarak atandığında bunun hiç de kolay olmadığı ortaya çıktı. Son atama ise net bir biçimde gösterdi ki ülkenin tüm kurumları Saray’a bağlanırken bunun dışında kalmak mümkün değilmiş.

Son bir haftada yaşananlar dahi muhalefetin ekonomi ve liyakat ekseninde siyaset yapmasının tek başına yeterli olmadığını gözler önüne seriyor. Parlamenter sisteme dönüşün beraberinde otomatikman ekonomide toparlanma ve liyakat düzenine geçişi getireceğine kitleleri inandırmak da çok kolay değil. Ekonomi sadece “5’li çeteden” hesap sorularak kurtarılamayacağı gibi kurumlar da tek başına yetkin insanlar göreve getirilerek ihya edilemez. Dönüşümün çok daha net politik ve ekonomik hedefler etrafında formüle edilmesi, kitleleri heyecanlandırması ve peşinden sürüklemesi gerekiyor. Toplumsal muhalefete de tam burada görev düşüyor, düzen içi muhalefete pusula olabilmenin yoluysa onun sırt çevirdiği kesimleri örgütlemekten geçiyor.