Avrupa’nın aşırı sağcı partileri, kendilerini işçi dostu ilan etmeye başladı. Fransız Le Pen'den İtalyan Salvini’ye, İspanyol Abascal’dan Alman Pohl’a hepsi kendilerini emekçilerin yeni adresi olarak tarif ediyor. Ancak bu sağcılar emekçileri değil, sermayeyi savunuyor.

Sağcılar işçi dostuymuş!

Angel FERRERO

Marine Le Pen'in liderliğindeki Ulusal Birlik (Rassemblement National) gibi aşırı sağ partiler, işçi sınıfını koruduğunu iddia ediyor. Ancak tüm popülist söylemlerine rağmen öne sürdükleri ekonomik modeller, kamu hizmetlerini kesintiye uğratacak ve işçi haklarını ortadan kaldıracak.

İspanya'nın antikapitalistleri grubunun Avrupa Parlamentosu Üyesi olan Miguel Urbán'a göre, aşırı sağın en gösterişli, eksantrik veya otoriter önerileri, onların basında geniş yer bulmasını sağlıyor. Burada eksik olan, bu partilerin ekonomik gündemi ve taleplerinin sınıfsal boyutudur. Almanya'nın AfD (Alternatif für Deutschland)’sinden Fransa'nın Ulusal Birliği’ne kadar bu partilerin ırkçılığı, yabancı düşmanlığı, LGBT bireylere yönelik saldırıları ve feminizm karşıtlığı sık sık manşetlere çıkıyor. Ancak Urbán, yüksek sesle öne sürdükleri ekonomik “popülizmleri”nin çoğu zaman sadece görünüşte olduğunu yazıyor.

Bu partilerin gerçekte neyi temsil ettiğini daha yakından incelemek isteyen Urbán'ın çalışma ekibi, Avrupa Birliği genelindeki aşırı sağ partilerin ekonomik programları hakkında bir rapor yayımladı. Jacobin yazarı Angel Ferrero ve ekonomist Ivan Gordillo'nun birlikte kaleme aldığı rapor, bu partilerin ekonomik önerilerinin ne kadar çelişkili olduğuna ve neden işçi sınıfına hizmet etmediklerine ışık tutuyor.

SAĞCILARIN ALDATMACASI

İtalyan aşırı sağcı lider Matteo Salvini geçen Haziran'da "Fabrikalar, işçiler, öğretmenler, çiftçiler ve zanaatkârları artık Lig (Lig Partisi) temsil ediyor" dedi. Marine Le Pen uzun süredir solun yerine geçtiği konusunda ısrarcı: “Göçe karşı çıkarak [Fransız işçileri] koruyorum. [Komünist lider] Georges Marchais, bugün benim söylediklerimi söylerdi.” İspanya'da bu 1 Mayıs'ta Franco’ya öykünen aşırı sağcı Vox partisinin lideri Santiago Abascal, “Sendikalar tükendi ve işçileri ortada bıraktı” dedi. Alman milletvekili Jürgen Pohl'a göre, “Almanya için Alternatif (AfD), emekçilerin yeni partisidir.”

Liste uzayıp gidebilir: Bu alıntıların gösterdiği gibi, Avrupa'nın dört bir yanındaki aşırı sağ liderler, solun terk ettiği işçilerin arkasında durduklarını, hatta solun eski programının bir kısmını savunduklarını iddia ediyor. Ancak partilerin ekonomik programlarına ilişkin raporumuz, gerçeğin bu tür sloganlardan oldukça farklı olduğunu gösteriyor. Gerçekte, önerdikleri programların, işçileri savunmadığı, aksine korumacı ve liberalleştirici önlemlerin çelişkili bir karışımı olduğu söylenebilir. Kısacası, küçük mülk sahiplerini ve hatta en zenginleri savunurken aynı zamanda halktan seçmenleri partiye çekmeye çalıştıkları görülüyor.

KARŞIT ÇIKARLAR

Sorun şu ki, karşıt çıkarları örtüştürmek imkânsız. Bu partilerin ekonomik programlarına, onları ulusal bağlamlarına yerleştirip tarihsel çizgilerini göz önünde bulundurarak daha yakından baktığımızda, kendilerini temellendirdikleri ekonomik modelin çoğunlukla ulusal sermaye lehine olduğunu görüyoruz. Bu partiler, büyük ya da küçük mülk sahiplerinin yanındadır.

Bu durum, özellikle üç belirgin çelişki yaratır. Birincisi, çoğu aşırı sağ parti tarafından teşvik edilen vergi reformları, özellikle yüksek gelirli vergi mükellefleri ve şirketler lehine radikal vergi indirimlerinden (hatta bazı durumlarda sabit vergi oranlarının belirlenmesinden) oluşmaktadır.

Lig ve İtalya’nın Kardeşleri partilerinin yüzde 15 sabit vergi talep ettiği İtalya'da ve Vox'un yüzde 20 sabit vergi ve veraset vergisinin kaldırılmasını talep ettiği İspanya'da bu açıkça görülüyor. Bu tedbirlerin sosyal faydaları artırma veya refah devletini (eğitim, sağlık vb.) sürdürme vaadiyle bir araya getirilmesi, programlarındaki en açık çelişkilerden biridir. Vergi indirimleri kamu gelirlerinde bu kadar keskin bir düşüşe neden olurken, 2008 sonrası kemer sıkma önlemlerinin ardından bütçe kesintileri ile kamu harcamalarının mevcut seviyelerde bile nasıl sürdürülebileceğini görmek zor. Sınıfsal bir bakış açısıyla analiz edildiğinde, önerilen vergi reformları en yüksek gelirlileri kayırıyor ve daha düşük gelirli olanlara zarar veriyor. Ayrıca, refah devletinin bozulması, özel hizmetlere erişemeyen düşük gelirli insanları daha da olumsuz etkilemektedir.

İkinci olarak, bu partiler, göçmen nüfus için kamu yardımına ve refah devletine erişimi sınırlayarak veya doğrudan yasaklayarak (yani, yalnızca “ulusal” nüfus için belirli hakları saklı tutarak) kamu harcamalarını kısıtlamayı taahhüt ederler. Evrensellik ilkesinin ihlalini ve bu tür bir önlemin ayrımcı (ve ırkçı) bileşenini bir kenara bırakırsak, parasal açıdan bakıldığında bu uygulama, kamu harcamalarında sadece çok küçük tasarruflar getirecektir.

Oysaki genel olarak göçmen nüfus, diğer nedenlerin yanı sıra, genellikle genç ve çalışma çağında olduğu için, kamu kasasına (gelir vergisi, KDV, harçlar vb. yoluyla) sosyal harcamalar açısından maliyetinden daha fazla katkıda bulunur.

Durum böyle olmasaydı bile bu, göçmen nüfusun haklarını sınırlamak için bir neden olamazdı. Ancak Salvini'nin seçim kampanyasında İtalya'nın beş yüz bin göçmenini sınır dışı etme vaadini (anlaşmalara ve mevcut yasalara aykırı olarak) yerine getiremediğini de belirtmekte fayda var. Partisi aynı zamanda tekstil ve tarım gibi kilit endüstrileri ve yaşlı bakımı, ev temizliği, otel ve yemek hizmetleri gibi diğer sosyal açıdan önemli sektörleri ayakta tutan ucuz işgücünü de kaybetmek istemiyor. Bununla birlikte, göçmen karşıtı tedbirlerin, göçmenlere meydan okumak ve onları sınır dışı etmek yerine, göçmenleri düşük ücretli işleri kabul etmeleri için korkutma gibi potansiyel bir ikincil işlevi de vardır.

Bu partilerin gündemlerinde üçüncü bir büyük çelişki daha var. Vatansever kavramlarla sunulan korumacılık, yabancı şirketlerin ithalatı yerine kendi üretimlerini tercih ederek ulusal şirketleri savunmaktan ibarettir. Ancak, özellikle borsalarda işlem gören şirketler, eğer finansal yatırım veya büyük banka gruplarının elindeyse, bunların mülkiyetini belirlemek zor olabilir.

Küçük ve orta ölçekli işletmeler ve kendi hesabına çalışanlar söz konusu olduğunda, kısmi vergi muafiyetleri etrafında dönen öneriler gerçek bir “korumacı” etkiden yoksundur. Bunun nedeni, bu grupların başta sanayi ve hizmetler olmak üzere birçok sektördeki ana rakiplerinin büyük “ulusal” şirketler olmasıdır.

Uluslararası rekabet güçleri söz konusu olduğunda, teknolojik faktörler ve daha düşük ücret ve daha az işçi haklarına sahip ülkelerdeki endüstrilerle rekabet etmenin imkansızlığı daha belirleyici bir rol oynamaktadır. Tüm bu nedenlerle, vergi katkı paylarındaki indirimler stratejik anlamda korumacı olarak değerlendirilemez. Aksine, sosyal güvenlik harcamalarının hafiflediğini gören şirket sahiplerinin lehinedir.

Ne refah devletine yönelik “koruyucu” önlemler ne de üretim modelini iç talep ve nüfusun sosyal ihtiyaçlarına dayalı bir modele dönüştürmek için stratejik bir plan var. Bu nedenle, sermaye ve onun sahiplerinin lehine olan uygulamaları gizleyen hamasi bir vatanseverlik duruşundan söz ediyoruz.

sagcilar-isci-dostuymus-917728-1.

KİMLİKÇİLİK KAYBETTİRİR

Ama burada başka bir noktaya değinmek gerekiyor. Sol, sözde kültür savaşlarından ziyade aşırı sağ partilerin seçim yükselişine ve toplumsal etkisine karşı savaşmaktan bahsediyor ve çoğu zaman da kaybediyor.

Sorun, bu radikal sağın kendisini damgalanmaktan kurtarabilmesi ve nüfusun çeşitli kesimlerinin güvensizliklerini ve korkularını sosyalist değilse de popülist bir retorikle demagojik bir şekilde sömürmesidir. Bu durum, aşırı sağ partilerin sınıflar arası geçişkenliği olan bir seçmen tabanı oluşturmalarına olanak tanıyarak işgücü piyasasındaki dönüşümleri etkiliyor. İşçi sınıfları bu aşırı sağ seçmenlerin en büyük unsuru olmasalar bile, onların oyları -ya da çekimserlikleri- genellikle seçim açısından belirleyici oluyor.

Donald Trump'ın 2016 kampanya yöneticisi Steve Bannon'un American Prospect gazetecisi Robert Kuttner'a sunduğu yorumlar bu durumu net bir şekilde gösteriyor: “[Demokratların] Her gün ırkçılık hakkında konuşmalarını istiyorum. Sol, ırk ve kimliğe odaklanırsa ve ekonomik milliyetçilik üzerinden gidersek, Demokratları ezebiliriz.”

Bugün, Bannon gözden düştü ve şimdilerde web sitesi aracılığıyla giderek azalan bir takipçi grubuna COVID-19 vitamin hapları satıyor. Ama yine de sözlerini bir uyarı olarak kabul edebiliriz. Bu partiler, özellikle kültürel fay hatları oluşturarak toplumsal bölünmeyi ve çatışmayı besler.

FAŞİSTLER MERKEZDE

Bazı aksiliklere rağmen, tüm bu sağ oluşumlar artık kendi ülkelerinin parti sistemlerine yerleşmiş durumdalar ve kamuoyu tartışmalarını etkileme ve koşullandırma konusunda hatırı sayılır bir yeteneğe sahipler. COVID-19'un bir önceki kriz tarafından zaten bozulmuş bir sosyal doku üzerindeki ekonomik etkisi - uzun vadede oluşan sayısız soruna ek olarak - bu taraflara büyüme için verimli bir zemin sunuyor. Bu anlamda, aşırı sağ güçler, göçmenlerin entegrasyonundan, maliyetleri işçilerin omuzlarına yüklemeyen ve mülksüzleştirme yoluyla yeni bir birikim aşamasının ideolojisi haline gelmeyen ekolojik bir geçişi gerçekleştirmedeki zorluklara kadar değişen, net ve hızlı siyasi cevapları olmayan sorunlar üzerinde oynayabilir. Bu bağlamda, aşırı sağ partiler kendilerini “sıradan vatandaşın” ve hatta “(ulusal) işçinin” savunucuları olarak sunmaktan açıkça yararlanabilirler – ve bu alan, neredeyse tüm Avrupa sol partilerinin yaşadığı kriz göz önüne alındığında, daha verimli bir hale geliyor.

Yine de, bu partilerin ekonomik programlarına ilişkin bir inceleme, onların sert bir neoliberalizm savunucusu olduğunu ortaya koymaktadır. Bu nedenle, belirtildiği gibi, sabit bir gelir vergisi oranı veya “sabit vergi” için ortak talepleri var. Ayrıca işletmeler için vergi indirimlerinin yanı sıra serbest piyasayı savunduklarını ve kamu harcamalarını sınırlamaya yönelik çağrılarda bulunduklarını da görüyoruz.

Sonuç olarak ve her ne kadar solun bazı kesimlerinde ve ana akım medyada “aşırı sağ enternasyonal” veya “ulusal enternasyonal” gibi ifadelerin kullanımı geniş çapta desteklenmiş olsa da, bu sağ partilerin bazı ekonomik önerilerinin yalnızca çelişkili olmadığı, en azından kağıt üzerinde birbirine tamamen zıt olduğu dikkate değerdir. Bunun açık bir örneğini vermek gerekirse: Fransa'nın Ulusal Birlik partisi serbest ticaret anlaşmalarına karşı çıkarken, İsveç Demokratları, özellikle Birleşik Krallık ve ABD ile anlaşmalardan yanadır.

İDEOLOJİK YAKINLAŞMA

Bu noktada, Avrupa'daki aşırı sağ partilerin çoğunun ideolojik olarak sık sık söylendiği kadar katı olmadığını belirtmekte fayda var. Bu arada, Angelo Tasca'nın İtalya ve Franz Neumann'ın Almanya örneğinde çok iyi açıkladığı gibi, bu tür bir katılığın iki savaş arası dönemin faşist partilerinin de bir özelliği olmadığı söylenebilir.

Ekonomik programlarına baktığımızda, örneğin, diğer partilerin çok daha şematik programlarının aksine Ulusal Birlik partisinin gündemi ve toplumsal vurgusu karşısında şaşırabiliriz. Bu güçlerin, özellikle göç politikasıyla ilgili olarak “kültür savaşları”nı kızıştırmada açıkça daha fazla çıkarları var. Bu aynı zamanda, bu partilerin çelişkili çıkarlar arasında mümkün olan en geniş seçmen grubunu yakalamak amacıyla söylemlerini nasıl değiştirdiğinin bir göstergesidir.

Burada incelenen partilerin çoğu, yalnızca ekonomik konularda değil, genel olarak esnek bir ideoloji sunuyor ve sansasyonun hakim olduğu bir medya ekosistemi tarafından işleri kolaylaştırılıyor. Bu partilerin 180 derecelik dönüşler yaptığını zaten gördük: Örneğin, bazıları aleni antisemitizmden başlayıp kendilerini İsrail devletinin en ateşli savunucuları olarak sunmaya kadar gitti. Bazıları, yıllardır Avrupa Birliği'ni çok eleştirdikten sonra, şu anda Avrupa Birliği ile ilgili olarak benzer bir yönde ilerliyor. Özellikle eski Avrupa merkez bankacısı Mario Draghi'nin hükümetine katılımı göz önüne alındığında İtalya'nın aşırı sağcı Lig Partisi’nin şu anda dahil olduğu normalleşme sürecini düşünün. Aralık ayında, Lega'nın genel başkan yardımcısı ve ekonomik kalkınma bakanı Giancarlo Giorgetti, ekonomik konumlarını uzlaştırmak için Alman Hıristiyan-Demokrat Milletvekili Marian Wendt ile bile bir araya geldi.

Sağdaki bu yakınlaşma çok daha ileri gidebilir. Alman ekonomist Wolfgang Münchau, geçtiğimiz günlerde Draghi'nin Ocak 2022'de Sergio Mattarella'nın yerine başkan olarak geçeceği ve Matteo Salvini ya da Fratelli d'Italia lideri Giorgia Meloni'nin bir sonraki parlamento seçimlerinden sonra başbakan olacağı ihtimali üzerine spekülasyonlar yaptı. Önümüzdeki yıllarda muhafazakârların söylemlerini sertleştirdiğini, aşırı sağın kendi söylemlerini ılımlılaştırdığını ve bu sağcı güçlerin her birinin yol boyunca bir yerlerde buluştuğunu görebiliriz. Ya da Münchau'nun dediği gibi: "Bir gün hepsinin tek ve aynı mutlu aileye ait olduğunu anlayabiliriz."

Jacobin’den çeviren
Setenay KIZILKAYA