Yeni Zelanda katliamı bundan çok değil en fazla on yıl önce olsaydı, Türkiye’de nasıl yankı bulurdu, nasıl karşılanırdı? Bizden binlerce kilometre uzakta, hayli yabancısı olduğumuz ve ilişkilerimizin sınırlı olduğu bir ülkede yaşanan katliam, evet Müslümanların hedef alınmış olması hasebiyle, başka birilerinin hedef alınmasına nazaran biraz daha ses getirirdi, vahşetin büyüklüğü nedeniyle biraz daha konuşulurdu, ama […]

Yeni Zelanda katliamı bundan çok değil en fazla on yıl önce olsaydı, Türkiye’de nasıl yankı bulurdu, nasıl karşılanırdı?

Bizden binlerce kilometre uzakta, hayli yabancısı olduğumuz ve ilişkilerimizin sınırlı olduğu bir ülkede yaşanan katliam, evet Müslümanların hedef alınmış olması hasebiyle, başka birilerinin hedef alınmasına nazaran biraz daha ses getirirdi, vahşetin büyüklüğü nedeniyle biraz daha konuşulurdu, ama işte o kadar.

On yıl öncesinin Türkiye’sinde, Yeni Zelanda katliamı gibi bir hadise, asla ve kata şimdi olduğu gibi adeta bir iç politika hadisesine dönüştürülmez, içerideki siyasal konumlanışların ve tutumların bir parçası olmaz, seçim malzemesi yapılmazdı.

Peki neden, ne değişti bu on yılda? Çok basit, adı resmen konulmamakla birlikte, din siyasetin merkezine yerleştirildi ve dinselleşme iç politikanın olduğu gibi dış politikanın da ana belirleyeni haline geldi.

Böylece “Dünya Müslümanlarının liderliği” ve adı yine resmi olarak konulmamış bir şekilde “hilafet” iddiası üzerine kurulu bir dış politika izlenmeye başlandı.

“Arap Baharı” sürecinde “İhvan rejimleri kuşağının lider ülkesi” olunabileceğine duyulan inançla birlikte, bölgedeki Müslüman Kardeşler orijinli bütün hareketler desteklendi.

Mısır’da Mursi’yle kurulan ilişkiler bunun içindi, Tunus’ta Gannuşi’ye bu nedenle destek verildi, NATO’nun Libya operasyonuna bu nedenle dâhil olundu, bunun için Filistin’de Hamas esas aktör kabul edildi, Katar’la bunun için ittifak yapıldı.

Suriye, bu dış politikanın en kristalize olduğu yerdi. Burada rejimin değiştirilip bir İhvan rejimi kurulacağına ve Suriye’nin yeni-Osmanlı için bir “lebensraum/yaşam alanı” haline geleceğine, Suriye’nin yeraltı ve yerüstü kaynaklarına ortak olunacağına ciddi ciddi inanıldı.

Cihatçılara verilen desteğin, açılan eğitim kamplarının, ÖSO’nun kurulmasının, Suriyeli muhaliflerin Türkiye’de “sürgün kabineleri” oluşturmalarının gerisinde bu vardı.

Şimdi Yeni Zelanda’daki katliam üzerinden bu siyasetin yeni bir perdesini izliyoruz. Seçimin de verdiği motivasyonla, iktidar partisinin ve liderinin meseleye hayli iştahlı ve “Dünya Müslümanlarının liderliği/hilafet” pozisyonuna kendini yerleştirerek yaklaştığını, bunu kampanyasının bir parçası haline getirdiğini görebiliyoruz.

Siyasetin dili ne üzerine kuruluyorsa, hegemonya da oradan kuruluyor demektir, iktidar partisini bugün hala iktidarda tutan şey, görece zayıflamış olmakla birlikte hegemonyasını devam ettirebiliyor oluşudur. İktidar partisi siyaseti dinselleştirmiş/sağcılaştırmış, muhalefeti de buna razı etmeyi başarmıştır.

Bugün Türkiye’de muhalefet dinselleşmeyi veri olarak almakta, Türkiye toplumunun özü itibariyle muhafazakâr-sağcı olduğu kabulünden yola çıkmakta, siyasetini bunun üzerine kurmaktadır.

Güncel örnek isteniyorsa, CHP’nin İstanbul adayının Yeni Zelanda için kameralar önünde Kuran okumasını, Ankara adayının her fırsatta ülkücülüğünü sergilemesini, HDP’nin büyük şehirlerde CHP-İYİ Parti ortaklığını, Adıyaman ve Urfa’da ise Saadet Partisi’ni desteklemesini gösterebiliriz. Bunların hepsi “AKP’yi geriletmek” adına yapılmaktadır.

Sağı geriletmenin tek yolunun sağcılıktan geçtiği gibi bir garabetin topluma muhalefet eliyle kabul ettirilme çabası toplumun sağın alternatifi olarak yine sağı görmesiyle sonuçlanmıştır, yani “AKP’nin geriletilmesi”nin bedeli, AKP’nin ideolojisinin birkaç rötuşla adeta bütün partilerin ideolojisi haline gelmesi olmuştur.

Bu sağcılık yarışından Türkiye adına bir şey çıkar mı peki? Çıkmayacağı açıktır.