Tiyatromuzda özellikle kahramanlık temelinde ilerleyen oyunlarda ‘korku’ kavramından ziyade ‘kaygı’ kavramıyla daha çok karşılaşıyoruz. İnsan korkuyu ancak cesur olmasıyla yenebilir

Sahnelerde korkudan ‘eser’ yok!


Son günlerde bütün dünyada etkisini gösteren korona salgını nedeniyle hop oturup hop kalkıyoruz. Virüsün bulaşma tehlikesi baş gösterdiğinden beri kaygı eşiğimiz bir hayli artmış durumda. Peki izlemeye bayıldığımız ‘korku’ filmleri neden yalnızca beyazperdede cazip geliyor? Tiyatroda ‘korku’ kendine nasıl bir alan açıyor? Dahası oyun yazarlığımızda ‘korku’ üzerine yazılmış metinler var mı?

Yıllarca “korkusuzluk” meziyetiyle avutulan bizlere daha küçücük yaşta verilen en önemli bilgilerden biri, “Türk merttir, Türk cesurdur...” önermesiydi. Kahramanlık üzerine çok düşünmüş, yazmış, çizmiş, ama insana ait bir duygu olan ‘korku’yu es geçmiş durumdayız aslında.

TİYATRODA “KORKU / GERİLİM” TÜRÜ VAR MI? PEKİ NASIL ORTAYA ÇIKTI?

Tiyatroda; ‘korku / gerilim’, seyirciye korkmayı tüm eşsizliğiyle, olanaklarıyla tattırma isteğidir. 1960’lı yılların sonunda Roman Polanski, Ira Levin’in ‘Rosemarry’s Baby’ romanını seyirciyle buluşturmak için yönetmen koltuğuna oturdu. Filmin bir anda binlerce seyirciye hitap etmesiyle ‘korku’ endüstrisi doğdu; bir süre sonra da kendine yeni malzemeler aramaya başladı. Böylece korku ‘marjinal’ bir tür olmaktan çıkarak, ticari bir pazara açılmanın ilk hamlelerini gerçekleştirdi. Bu serüvenin mihenk taşlarından biri olarak, yine Ira Levin’in ‘Death Trap’ ( Ölüm Tuzağı) isimli oyunundan söz açabiliriz. Daha çok içinde ‘gerilim’ unsurlarının yer aldığı metin, arka arkaya işlenen cinayetler ve esrarengiz olaylarla ilerler. Yazarını, Disney’in çizgi filmlerindeki kurmaca ustalığıyla kıyaslayanların olduğunu da hemen belirtelim. 1978 yılında New York’ta sahnelendiğinde olumlu eleştiriler alan oyun, ülkemizde de pek çok kere seyirciyle buluştu. Ne var ki her sahnelenişinde ‘korku’ atmosferini dışarıda bırakarak. Oysa metindeki “korku” iklimi üzerinden muhafazakâr toplumun katı yapısından sıyrılmak istemeyişi, kendinden olmayanı ‘ötekileştirme’si ve ‘aşağılama’sı odak alınabilirdi.

Aslında tiyatroda ‘korku’ olgusuna dair yaklaşımlar son derece eski. Aristoteles Poetika’da tragedyanın tanımını, “Ahlaki bakımdan ağırbaşlı, başı ve sonu olan, belli bir uzunluğu bulunan bir hareketin taklididir; sanatça güzelleştirilmiş bir dili vardır; içine aldığı her bölüm için özel araçlar kullanır; hareket eden kişiler tarafından temsil edilir. Tragedyanın ödevi, uyandırdığı acıma ve korku gibi duygularla ruhu tutkulardan temizlemektir. (katharsis)” sözleriyle yapmış, seyirci için ruhsal arınma gerekliliği üzerinde durmuştu. Burada korku ve heyecan gibi zararlı duyguların vücuttan atılması, kişinin rahatlaması hedeflenmişti.

20. yy’ın başında ise ‘korku’ duygusundan yola çıkarak ‘Kıyıcı Tiyatro’nun kapısını aralayan tiyatro adamı Antonin Artaud’tur. ‘Tiyatro ve İkizi’ adlı yapıtında, “Kıyıcı Tiyatro”nun bir kitle gösterisi olması gerektiğini, insan veba hastalığında vücudundaki sıvıları hiçbir iz bırakmadan boşaltıyorsa, tiyatro da insan vücudunda hiçbir iz bırakmadan bu işlevi yerine getirmelidir, düşüncesini savunmuştur.

PEKİ ÜLKEMİZDE TİYATRODA KORKU TÜRÜNÜN ÖRNEKLERİ VAR MI?

Ömer Türkeş ‘Türkiye’de Korku Edebiyatı’ ve ‘Korkuyu Çok Sevdik ama Az Tükettik’ yazılarında edebiyatımızda ‘korku’ türü içine girebilecek eserlerden söz ederken iki ana başlık açar: ‘Korku türündeki romanlar’ ile ‘korkuya dair öğeler bulunan romanlar’. Ne var ki tiyatromuza göz attığımızda ‘korku’ türünde klasikleşmiş tiyatro oyunu olmadığı gibi, içinde ‘korkuya dair öğeler’ bulunan oyunlardan söz etmekte de zorlanıyoruz. Bunun ardında yatan sorunlardan biri de ‘korku tiyatrosu’ olarak niteleyebileceğimiz türde uygulama çalışmalarının son derece dar alanda gerçekleşiyor olması. Tiyatroda gerilimi ön plana çıkartan Roger Plachon ya da Louis Barrault gibi rejisörler farklı tekniklerle sahneye oyunlarını koyarken, bizdeki girişimler sahne yapısını ve tekniği geri plana itiyor. Burada sahne olanaklarını/ olanaksızlıklarını da konuşmak gerekiyor elbette.

Türk Tiyatrosunda da bu durumda ‘belli bir şeye yönelen’ bir edimle karşılaşmadığımız için ‘korku tiyatrosu’na dair söz söylemek çok zor. Ancak hemen ekleyelim, Antik Yunan tiyatrosu ‘korku’yu tema olarak kullanmıştı. Çünkü temel olarak korku, insanın düşmanı tarafından yok edileceği ya da en azından, zarar göreceği duygusundan kaynaklanır. Antik Yunan’da insan olmanın bir parçası olarak bu duygu ele alınmış, insanın tanrıdan farklı olarak tehlikelerle dolu bir hayat sürdürmekte olduğu dile getirilmiştir.

NEDEN KAHRAMANLARI ÇOK SEVİYORUZ?

Oysa yüzyılı aşkın bir zamandır tiyatromuzda özellikle tarihi eserlerde ‘korku’ duygusunun verilişi ve tematik olarak ele alınışı, yalnızca ve yalnızca ‘kahramanlar’ üzerinden sürüyor. Kahramanlara ise korku asla ve asla yakışmaz, üzerinde kirli bir elbise gibi durur. İşte bu nedenle onlar “korku” duygusundan arınmış, korkusuzluğun erdemine adım atmış oyun kişileridir. Özellikle tarihi oyunlarda bu yaklaşımla cengaverce söyleyişlerle bütünleşir. Somut olandan gidelim: Orhan Asena’nın ‘Hürrem Sultan’da, ‘İlk Yıllar – Roksalan’da, Kanuni döneminde sarayda kapalı kapılar ardında yaşanan olaylarda “korku” duygusu değil göz kırpmadan yaşanan korkusuzluk duygusu egemendir.

Yine Asena’nın ‘Yıldız Yargılanması’nda Abdülaziz’in zaman zaman, “Korkuyorum anne...” seslenişi, teslim olmaktansa intihar etmenin erdemine dönüşecektir. ( Ki tarihi oyunlar içinde korku duygusunu ele almaya en çok yaklaşan sahne budur!) Üstelik oyundaki ‘korku’ sıkışmışlığın getirdiği bir eziklikten kaynaklanmaktadır. Bu, onun padişahlığının kaçınılmaz sonudur.

Aynı yazarın, ‘Ya Devlet Başa Ya Kuzgun Leşe’sinde, Osmanlı padişahlarında kardeş kurbanlığı yerilir. Devletin tahta geçene sunduğu, göz kırpmadan kanından olana verdiği ölüm cezası sonun başlangıcıdır. Turan Oflazoğlu’nun ‘IV. Murat’ında dış kargaşa karşısında ezilen padişahın dramı vardır. IV. Murat zaman zaman insani bir ‘korku’ noktasına doğru ilerlese de, ne de olsa bir padişahtır, “Deli İbrahim” bilinç sağlığı ile uğraşırken akıl almaz delilikler yapar, ancak deliliği korkaklığının dışına taşmasına neden olmaktadır. ‘Kösem Sultan’, ortalığı karıştırıp kendini ve ailesini sağ çıkarmaya çalışırken tuzağın içine düşer. Olayları korkusuzca hazırlayan bir kadının finaldeki endişesi ise çaresi olamaz. Hidayet Sayın’ın ‘Yıldırım Beyazıt’ında, Yıldırım ile Timur’u karşı karşıya getirir, ama iki devlet adamının saygın kişilikleri bu karşılaşmada ön plandadır ve tabi ki korkudan eser yoktur. Adnan Giz ‘Sokullu Ne Yapmalıydı?’da, devlet adamı Sokullu’nun çelişkilerini aktarır, ama bu kişilik için de ‘korku’ olgusunu kullanmayı tercih etmez. Faruk Nafiz Çamlıbel ‘Akın’ oyununda Han’dan üç kardeş Türklerin Orta Asya’dan dünyaya yayılmalarını icazet alır. Ölüm ve hayat arasındaki ince noktada yiğitlik hâkimdir. Üç kardeş de oyunun sonunda Başbuğların oyununu ortaya çıkartır. Kendi aralarında yaptıkları oku en uzağa kim atacak yarışını kazanan da, İstemi Han’ın kızı Suna’yla evlenir.

Bütün bu söz edilen oyunlar arasında, ‘kahramanlık’ olgusu üzerinden oyun kişisine ‘Korku’ duygusunu en sağlam biçimde vermeyi başarabilmiş olan, Orhan Asena’nın ‘Korku’ adını taşıyan oyunudur. ‘Toplum – Önder’ ilişkisine farklı bir pencereden bakmaya çalışan yazar, başarıya ulaşmış devrimleri ve devrimcileri yahut adını tarihe bırakmış isimleri bir kenara bırakarak başarısız ve yenik bir önderin yüreğindeki korkuya eğilir. İlk bakışta korku duygusu son derece bireysel olarak görünse de, kahramanların kavgasına olan inancını yitirmediği sürece kahraman olabileceklerinin vurgusu yapıldığı için toplumsal yanı da kıymetlidir.

Korku duygusunu ele alan özel metinlerden biri de, Özen Yula’nın kaleme aldığı ‘Gayri Resmi Hürrem’dir. Osmanlı sarayındaki Hürrem’in gençliği ile ileri yaşlılığının hesaplaşmasını konu alırken ihtiraslı bir kadının kendi korkularıyla iktidarda nasıl var olduğunu anlatır.

Bu durumda tiyatromuzda özellikle kahramanlık temelinde ilerleyen oyunlarda ‘korku’ kavramından ziyade ‘kaygı’ kavramıyla daha çok karşılaşıyoruz. İnsan korkuyu ancak cesur olmasıyla yenebilir. Bizdeki tarihi oyunlarda bol miktarda ‘cesaret ve yiğitlik’ temelinden ilerlemektedir. Başa dönersek, şu korona günlerinde, “Bizim genetiğimiz koronaya uygun değil!” diyeninden, “kelle paça için”e kadar yapmış olduğumuz vurgu, ‘korku’, ‘kaygı’ duygusundan dışarıda... Ama bu göstermelik bir sancı ne yazık ki. Tiyatroda daha çok yan temalar üzerinden ilerleyen ‘korku’ya dair sapmalar bize bir kere daha gösteriyor ki biz kahramanları ve kahramanlar yaratan bir toplumu daha çok seviyoruz!