Sonsuz kavgasına katıldığım, ama elini hiç sıkamadığım şair ceketli çocuk, Viya...

Sonsuz kavgasına katıldığım, ama elini hiç sıkamadığım şair ceketli çocuk,
Viya diyene dek tanımıyordum ki seni. Hülya tutup da elimizden, Kadıköy Halk Eğitim Merkezi’nde bir konsere götürdüğünde, dal gibi bedeniyle saçlarını bir o yana bir bu yana sallayarak farklı ezgiler sunan bir adam vardı sahnede. Farklı illerde arka arkaya üç konser vermene rağmen enerjine hayran kalmıştım. Tulumda Mahmut Abi’ye laf yetiştirip, Harun’la tepiyordun horonu: “Bir gün ibadet sayacak Tanrı horonu!” diye diye…
O gün ‘üç ayak’ denilen horonu öğrendiğimden beri her Doğu Karadeniz ezgisinde ufaktan kıpırdanmaya başlıyorum. Sayende, bu müziği daha da bir sevdim. İnsanlar da sayende Karadeniz’in farklı sesleri olduğunu gördü. Öyle bir yol açtın ki, arkandan gelenlerin haddi hesabı yok. Yatmadan önce ilaç niyetine alınan bir ‘İgzas’ da, horonun en zirve yerindeki bir ‘Fadime’ de, gözünün içine bakmaya kıyamadığım sevgilime atfettiğim ‘Gyuli Çkimi’ de hep senden bize armağan.
Geçen yıl bir Karadeniz gezisi organize etmiştik. Çernobil’e, nükleer santrallara, hidro elektrik santrallere dikkat çekmek için yollara vurduk kendimizi. Gökkuşağı rengi dört Vosvos ve on beş cengâver, macera dolu 3 bin kilometreye doğru yollardaydık. Arızalar, yorgunluklar ve bitmek bilmeyen dağlar, kör patikalar, kıyıdan katedilen yollar umudumuzu kırmadı. Ordu’dan dönebilirdik ya da Trabzon’dan. Ama biz senin nefes aldığın memlekete tekerleğimizi değdirmek, ‘iz bırakmak’, selam etmek, “hopa’dayuz daa” diye seslenebilmek için inadına “Hopa” dedik. Hopa tabelasının altında derin bir nefes alıp göğe baktığımızda seni gördük… Sen bizi gördün mü bilinmez ama, Sarp’ın öte yanındaki pencerelere, pencerelerdeki sakız sardunyalarına bakıp ‘Sarpi Moleni’yi mırıldandık yoldaş.
Hiç bilmediğimiz Hemşince’ye, Gürcüce’ye, Lazca’ya aşina olduk sayende. Cep telefonlarımıza ‘Didou Nana’yı yükleyip çocuklarımıza dinlettik. Tulumu, gayda’dan ayırır olduk, kemençeye dayadık kulağımızı… ‘Mıhlama’sız kahvaltıya oturmaz olduk, ‘kuymak’sız akşam yemeğine… Mütevazı olmayı öğrenip, çalamasak da senin gibi tutar olduk gitarı. Cümlelerimizin sonuna “uşağum” ekleyip, Temel fıkralarını çöpe attık. Ve Çernobil’e, kansere lanet edip bir çizik daha attık duvara!
‘Dinmeyen’ ile başlayan macerayı Zuğaşi Berepe ile devam ettirirken sen, biz hâlâ ‘Va Mişkunan’ albümünün altıncı parçasında selam yolluyorduk Ernesto’ya; Ernesto ‘Çe’ Guevara'ya! Önce ‘Viya’, ardından ‘Hayde’ ile peşine taktığın ‘uşak’ sayısı arttığında, bizler Asmalımescit Sokağı’nın başında horon tepiyorduk tanımadığımız insanlarla. Bugün ‘Dünyada Bir Yerdeyim’ ile yetiniyor, ‘Dina K’ak’i’ ile yüzünü görüp tebessüm ediyoruz. Sense ‘Şarkılarla Geçiyorsun Aramızdan’…
Ama dünya hâlâ kirli,  işgaller hâlâ can sıkıcıydı. Ölen çocuklara, kötülüklerle dolu tarihe, ölüme koşan tinercilere, yürek yangınlara rağmen umudunu yitirmemiştin sen. Yine de Dünya’ya teşekkür edebiliyordun. Sen yaşamayı doyasıya seviyordun!
Olmadı. Beceremedin hayatta kalmayı, beceremedik seni yaşamda tutmayı. Şimdi ardından bıraktıklarınla avunuyoruz ancak. Boğazımızda koca bir yumru, eksik kalanlara dair içimizde bir ukde…
Ve sen sakince bir el sallayarak bize, sanki önceden biliyormuşçasına, ‘Hoşçakal’ı bırakıyordun şarkılar arasında…
İşte gidiyorum / Bir şey demeden
Arkamı dönmeden / Şikâyet etmeden
Hiçbir şey almadan / Bir şey vermeden
Yol ayrılmış, görmeden gidiyorum!