Cenk Gündoğdu 2000’lerin şiir ortamında şiir dili ve meselelere yaklaşımı ile dikkatleri üzerine çeken, bireyin şiirini toplumsal gerçeklikle harmanlayarak kaleme alan bir şair. 2012 yılında yayımlanan ilk şiir kitabı Issız ile Metin Altıok ve Arkadaş Z. Özger Ödülü’ne değer görülen şairin ikinci kitabı Harap ise geçtiğimiz günlerde Dağlarca Şiir Ödülü’ne değer görüldü. Şimdiki zamanı dillendirmeyi önemseyen, şimdiye söz hakkı tanıyan yapıtlarında şairin aynı gerçekçi bakışını yakalıyoruz. Bugünlerde Kırmızı Kedi Yayınları’ndan okura sunulan, içinden geldiği 2000’ler Şiiri’nin doğru anlaşılmasını, değerlendirilmesini, yeni bir gözle okunmasını sağlayacak ve edebiyat ortamının büyük bir noksanını dolduracak. Gündoğdu ile bir araya gelerek şiiri üzerine konuştuk

Şair Cenk Gündoğdu: “Dağlarca’nın avlusunda buluşmak kıvançtır”

NESLİHAN KILIÇ

“Şiir, Dağlarca’nın dediği gibi hem bir saat gibi içinde olduğumuz zamanı hem de bir pusula gibi gidilmesi gereken yeri işaret eder”

Metin Altıok ve Arkadaş Z. Özger Ödülü’ne değer görülen ilk kitabınız Issız, savaş karşıtı bir bakışla insanın görülmeyenine, yalnızlığına, tek başınalığına odaklanan, evrensel bir gerçekliğin inceliklerle dile getirildiği bir kitaptı. Bu yılki Dağlarca Şiir Ödülü’ne değer görülen ikinci kitabınız Harap ise olan bitene, şimdiki zamana bir itiraz, derin bir isyan adeta. Kitaplarınızın isimleri tüm dikkati bir noktada topluyor, ıssız ve harap gördüğünüz yaşadığımız zamanlar mıdır? Şiiriniz şimdiki zamana mı?
Radyonun İçindekiler’de Irak’tan kaçan mülteci Cabir şöyle der: “Bir çocuğu alıp savaştan kurtarsanız da ona yeni bir hayat sunsanız da acıyı gören gözlerini, duyan kulaklarını, ellerini ondan kurtaramazsınız. Onlar, onunla yaşar. O acıyla kahırlanır. Savaş onun için bitmez! İçinden çıkmaz! Benim savaşım bitmedi.” Şimdi bugün bu zulmü gören çocuklar, savaş bitse de o savaşla yaşamayı sürdürecekler. O acıdan kurtulamayacaklar. Yıkılan binalar yapılınca, yollar asfaltlanınca sorunlar çözülmüyor. İnsanları yaşadıkları haraplıktan nasıl kurtaracaksınız bayındırlıkla, iskânla? Her şeyi yıkıp yakmayı, ruhunu yok etmeyi tabir yerindeyse aklını almayı hedefleyen erk, hafızamızı da kepçelerle, silahlarla, bombalarla, ölümlerle yok edip, silindirle düzleyip, betonla doldurup istediği biçimi vermek istiyor. Ama sanat bu yıkıma karşı durmak, bu zulme karşı çıkmak, bu zalimliği hatırlatmak için var. Şiiri, dar zamandan, güncel kodlardan kurtaran yeniliği, estetik bağlamıdır. Dolayısıyla yaşadığımız zamanın içinde gördüğünü, duyduğunu estetik bir düzlemde göstermek, duyurmak bugün kadar kendine ait bir zamana da yazılır. Anday, “anı” şiirini Rosenberkler’in masumiyetini ölümsüzleştirmek için yazmıştır. Evet “Anı” hem tarihe vicdanla şiirden bir not düşmüş, itirazını ortaya koymuş hem de tümzamanlara kaydetmiştir kendini. Dolayısıyla şiir, Dağlarca’nın dediği gibi hem bir saat gibi içinde olduğumuz zamanı hem de bir pusula gibi gidilmesi gereken yeri işaret eder.

» Şiirlerinizde gerçekçi meseleler eleştirel bir gözle ve estetik bir yaklaşımla yeniden ele alınıyor. Özellikle eleştirel gerçeklik kanalından ilerleyen şiirleriniz yeni bir bakış sunuyor düşüncesindeyim. Yeni gerçekçi ya da toplumcu gerçekçi adlandırmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sanatçının zamanına karşı sorumluluğu var gibi yorgun bir ifadeyle şiire, sanata yaklaşmıyorum. Yalnız bazı meseleler canımızı fazlaca yakıyor, demek ki onu başka biçimde savuruyoruz. Bir düelloya davet ya da kılıç çekmek ya da bir meseleye isyan etmek de diyebiliriz buna. Sanata işlevsel bir rol vermek gibi bir kastım yok. Yeryüzünde bunca ağrı varken de yok gibi davranmamalıyız ve şairin dediği gibi “bir şiir savaşı olmasa da savaş pilotunun fikrini değiştirebilir” düşüncesindeyim. İnsana insanın ettiği fenalıkları söylememizde bir beis yok. Yeter ki estetikten kopmadan, geçmişteki o kötü örneklerden aşina olduğumuz aşınmış, yavan, yenilik barındırmayan, kendini okutmayan ve salt araç sallığın olduğu bir şeyler ortaya koymayalım. Karşı çıkmamız gereken anlayış budur. Yapmamız gereken de şiiri insandan ayırmadan var etmek. Yani, hem meselesi olan hem de estetik değeri olan bir şiir. Bunun ardındayım. Aslında yapmak istediğim şey yaşadığım toplumda bir birey olarak içimde ve dışımda olan bitenin durdurulamayan dışa vurumuna sahip çıkmak. Bu dışa vurum dilini, söylemini, kelimelerini, türünü kendisi belirliyor. Oturup bu olayın şiirini yazayım demiyorum. Bunu diyeceksem zaten yazmayayım. Olan biten bir şiirle kendini diretiyorsa onunla buluşuyorum, bazen buluşmayı reddediyorum. Hangi taraf güçlüyse o kazanıyor.

Evet dünyada bir şeyler oluyor, farkındayız ve bir şeyler söylemek istiyoruz; kelimeleri kullandığımızın ve yüzlerce yıldır söylenenleri yeni bir biçimde söylememiz gerektiğinin farkında olmalıyız. Artık ne Nâzım ne Edip ne Cemal ne de 80 Şiiri gibi sürdürebiliriz şiiri. Yeni bir yerden kurmalıyız şiiri. Rüyalarımıza kan sızarken, gerçeklik ölümlerle buz gibi karşımızdayken, etrafımızda olan bitenler çok keskinken, büyük bir dönüşümlerin içindeyken hiçbir şey yokmuş gibi o bildik söylemle, verili dille, sözle, sesle, üslupla şiiri sürdüremeyiz. Bugün 2000’lerde, bir kırılmanın içindeyiz. Bazı zamanlarda kırılma dille, kuşakla hesaplaşarak, çatışarak olur bazı zamanlarda da toplumsal değişimlerle. Bugün şiirdeki değişimi bir kuşaktan daha çok toplumsal kırılma ortaya koyuyor.

Çünkü hayat değişti, gün değişti, yeni bir yüzyılın ilk çeyreğindeyiz ve bu asır bizi felaketlerle her alanda vasatlığın iktidarıyla karşılıyor.

» “Bu kitap sana öldürülen korkusuz çocuk/ gençliğin kardeşi sesi güneşli şenlik/ bir uzun bozlakta kısa kederli ağızda/ dar sokakta geniş bir cümleyle hayata çağlayan/ kralın katı kemikleri ve haydutlara inat/ taze büyük yepyeni renklerle yaşayan” diye açılan kitabınızda grameri ters yüz eden yapıda ürünleriniz, Gezi’yi kucaklayan şiiriniz ile güç ve gücün ilişkilerine güncel çağrışımları da içine alarak bakan sert gerçekçi şiirleriniz var.
Ben korkunç diye şiir yazsam da aslında bugün için “Türkiye çok korkunç anne” daha yerinde. Hayat o kadar üstgerçekçi ki bizim onun yanında gerçekliğimiz ne fayda! Gerçeklik bize sunulanla sınırlı bir şey. Sanat ise o sunulanın ardını aramamıza, hakikate varmamıza yardımcı olur. Hakikati, sunulana karşı sorularla, sorgularla verili olanı sarsma, yıkma olarak anlıyorum. Gördüğümüz gerçek, verili algıyla ve gösterildiği haliyle var ama hakikat onun sonrası, gözükmeyendir. Hakikate de soruyla sorguyla varırız. Hakikati gerçeği kazma, açıp çıkarma, bilinmeyene varma diye kavrıyorum. Anday der ki “Dün delinin dediğini bugün bir akıllı dese o şiirdir.” Yani delice bir eylemi bilinçle yapma işidir şiir diyebiliriz. Delinin ağzından çıkan söz akılla bir yapının içinde yer alıyorsa orada şiir başlıyordur. Şiiri görev, vazife, tanım, tarif, şablonlarda değil burada arıyorum, anlıyorum. Şiirlerini nasıl yazdığını sorduğu Perse “Sezgi ile!” deyince Einstein “Biz bilim adamları da öyle çalışıyoruz. Her şeyin başı imgelemdir” diyor. Dünyayı gerçeklikle kavrayarak sezginin olduğu yerden şiire bakıyorum.
Gerçekliği Aragon’un “Zaman sensin” dediği noktada anlamak istiyorum, anlıyorum.

Bugün yaşadığımız zamanı ve zamanın içinde nerede durduğumuzu anlatmamız gerekliğine inanıyorum. Toplumsal yaşamdaki gelişme ve değişmeleri, karmaşaları, eşitsizlikleri, tarihsel hataları, kırımları, katliamları, zalimliği göz ardı etmemek olarak kavrıyorum gerçekliği. İnsan gelecekten ya da geçmişten çok yaşadığı zamana söz açmalı. Durup durup çarptığımız duvar ‘şimdi’dir çünkü. ‘Şimdi’ ile dövüşmeyi göze almamız gerek. Geçmişe ve geleceğe söz söyletmek zor değil. Söz vermemiz, dinlememiz, sesini duymamız gereken şimdidir. Hitler’in korkunçluğunu anlatmanın bir önemi yok, Orhan Veli gibi şiir yazmanın bir yeniliği olmadığı gibi. Bugünü anlatabilirsen, bugün için bir şey diyebilirsen o zaman unutmanın, unutturmanın önüne geçip hafızada bir yer açmaya başlıyorsun. Kutsal kitaplardan birinde “Her gün kendi kaygısıyla gelir” der. Yarının kaygısı yarın gelecek. Esas olan, bugüne bir şey demek. Bugün olanın içinde hakikati anlama çabası kıymetli bence. Şiir eski ezberlerle gitmez. İkinci Yeni’den alınan elle yürümez. Daha gerçekçi, daha “sert” ve daha somut şiirler bir alan açmak zorunda artık kendine ve açmalı da.

» Harap, bu yıl ikincisi verilen Dağlarca Şiir Ödülü’ne “Ele aldığı temayı kavrayış duyarlılığı ve söyleyiş zarafetiyle şiire dönüştüren, poetik programını en başından yapmış bir şair tutumuyla beliriyor. “Issız”da olduğu gibi “Harap” kitabında da insanın temel sorunu olan savaş ve yıkımı hem bireysel hem toplumsal açılardan eleştirel bir cesaretle sorgulayan şiiri, destansı bir yola ve yoğunluğa işaret ediyor” gerekçesiyle değer görüldü. Dağlarca ve şiiri üzerine neler söylersiniz?
Dağlarca, şiirimizi yeni konularla tanıştırmış, toplumsal meseleleri dışlamamış, dilin katmanlaşmasına, Türkçenin boyut kazanmasına katkısı büyük, hayatı boyunca şiire sadık kalmış tek başına bir şairdir. Şiirinin önceki kuşaklarla, verili eğilimlerle, anlayışlarla ilişkisi düşünüldüğünde yeryüzüne düşen bir göktaşıdır adeta. Gerçeklik meselesine yaklaşımı, şiirin dil işi olduğunu işaret etmesi ve hayatının sonuna kadar verimli bir biçimde güçlü şiirler yazması hayranlık uyandırmayacak gibi değildir. Dağlarca’yı okumadan günümüz şiirini anlamlandırmaya çalışmak nafile bir çaba olur kanısındayım. Bugün pırıl pırıl bir dilin içinden dünyaya bakıyorsak bunda Dağlarca’nın şiirinin katkısı büyüktür. Sadece 44 sayı dolaşıma sunduğu derginin adına bakmamız bile şairin poetikasını yakalamamız için yeterlidir: Türkçe. Bugünkü şiirden Dağlarca’ya bakınca aramızda büyük akımlar, anlayışlar, yönelimler, itirazlar, ayrılıklar, kopmalar olduğunu görüyorum. 1935’te Havaya Çizilen Bulut’tan, hatta bir başyapıt olan Çocuk ve Allah’tan (1940)’tan bugüne gelince arada şiirimizin modernleşme sürecini, tartışmaları, anlayışları, kırılmaları, dönüşümleri, hamleleri görüyorum. Bu, şu demek birkaç yıl önce aramızdan ayrılıncaya kadar Dağlarca, çalışmalarını sürdürmüştür. Dağlarca şiirimizin Cumhuriyet sonrası tarihine tanıklık ve aktörlük etmiştir. Bu kadar zaman etkin olup da hiçbir eğilime, anlayışa, yönelime katılmayan bir başka şair şiirimizde yoktur. Böylesine değerli bir şairle onun avlusunda buluşmak kıvançtır.