Şair de şiir de bizim toplum olarak ne olduğumuzun göstergesidir. “Mevsimleri kapatıp giderken kuşlar” biz kalırız olduğumuz yerde. Hep iç içe

‘Şair de şiir de toplumun ne olduğunun göstergesidir’

Burak Abatay @abatayburak burakabatay@birgun.net

Şair Betül Dünder, Unutmanın Kısa Tarihi isimli kitabını Yitik Ülke Yayınları etiketiyle okurlarıyla buluşturdu. 2005 yılında Ayna Yorgunluğu, 2013 yılında Başka Dünyalar İçinde’yi yayımlayan Dünder 2013’te yayımladığı ‘Şairler Arasında Kadın Olmak: Konuşmalar Kitabı’ kitabıyla da ‘hep’ tartışılan ‘kadın şairlik’ ya da ‘şiirde kadın olmak’ meselesine dair etraflı bir çalışma yapmıştır. Başta Yasakmeyve ve Varlık olmak üzere birçok dergide ise yazıları, dosya editörlüğüyle ve şiirleriyle yıllardır edebiyatımızın en üretken isimlerinden birisi olan Dünder, iki oğlunu (Kuzey’i ve Poyraz’ı), anneliğini, sokağın gücünü ve yaşamayı dert edinen şiirleriyle şiirimizin çok güzel bir yerinde bize selam veriyor. “Zamanın Yitiği” ve “Periler de Ölür” isimli iki bölümden oluşan Unutmanın Kısa Tarihi’nde Dünder yine çığlığıyla, usulluğuyla sokağı ve şiiri renklere taşıyor.

Kitaptan alıntı:
“çünkü ayrılık dediğin azınlığa düşmektir kendi kederinin karşısında’
“su akıyor ben akıyorum, ben akıyorum su akıyor
taşlar bana söylüyor bittiğini şarkının
ve hatırlatıyor acımı zamanın koyulaştığı an
hangi vaktinde göğün bitti perimin şarkısı?”

► Unutmak, bilmenin hangi türünden bir eylem?
Unutmak üzerine, şairim Melih Cevdet Anday’ın cümlesiyle başlayayım Burak. Kitabın açılışındaki alınlıklardan biridir o söylediği, biliyorsun. “Unutmayı bir hatırlasam!”. Ne kadar çabuk ve çok unutursan o kadar mutlu olacağın varsayımından yola çıkarak söylersek bizi mutsuz eden şeyler belleğimizdekiler değil bana kalırsa, onları kaydederken verdiğimiz kıymete göre kayıt aldığımız yerin hacmi. Oranın karaltısı ile yaşamak dertli bir şey neticede. Aristoteles insanoluşun bir kaidesi olarak “insan doğal olarak bilmek ister” der. Bu biliş aynı zamanda insanı da insandan ayıran bir özellik. Neyi bilmek istediğin önemli. Neleri unutmak isteyip/istemediğin de. Toplumsal felaketlerimiz, mücadelemiz içinde harici bir bellek var ki taşıdığımız. O bizi bir araya getiren yahut da ayıran bir toplam. Bilmenin yükü, varsa ağrısı bu. Unutmak: O bilmekten daha büyük bir eylem. Bir itiraz ve reddediş. Belli ki kendini bir anlamıyla yok ediş. Kötüyü, kötülüğü unutmanın mümkünü var mı bilmiyorum, iyi olanı akılda tutmak belki dengeyi sağlıyordur. Toptan lanetlememek için yaşadığımız zamanı ve geçmişin birikmişini, an’ın iyiliğine ve güzelliğine devrederek bir hayatı; ayakta kalmaya çalışanlar daha bilinçli biliyor ve daha bilinçli unutuyor. Buna güveniyorum yeryüzünde.

sair-de-siir-de-toplumun-ne-oldugunun-gostergesidir-498681-1.

► Peki unutmamak bir güçsüzlük mü?
Burada belki de deneyim ve anlatıya dönüp bakmak gerekecek. Anlatıda bizi öteleyen, hakim tarihin dışına çıkartan, bir özne olarak tanımayan bir söylem ya da not alış varsa -ki var- tarihin de şimdiye aktarılanın da kusurlu/eksik ve her şeyin ötesinde söz hakkı tanımayan yanına dair bir itiraz geliştirip; hayatlarımıza zorla tahsis edilmiş olanı “birlikte” unutma yoluna gidebiliriz. Bu bence olması gerekendir. Buna talip olan, diyelim ki egemen/eril/şoven tarih anlayışından zoraki olarak -resmi ideolojinin anlatısı ile- size nakşedilenden uzaklaşmak bu cebelleşme için bir tavırdır. Ve öncelikle bir kadın olarak unutmam gerekenleri bilerek unuttum. Bu kısa tarihimde de aynı şeyi bugünün beni ile bir kez daha yapmaya çalıştığımı beyan etmiş oldum bu kitapla. Unutmadıklarım benim güçsüzlüğüm mü dersen, bazı şeyleri, nedenleri aklında tutarak yaşamak ayakta kalmak için iyi bir dayanak olarak da okunabilir. Faşizmin iki kişi arasında başladığını (Bachmann’a gönderme yaparak elbette) unutmamak örneğin güçlü olduğunuzun bir ifadesidir şüphesiz.

Şiir, edebiyatın can yeleğidir
► Şiirden bahis açacak olursak şiirin belleği edebiyatın can yeleği midir?
Şiir edebiyatın can yeleğidir aslında. Kurmacanın dışında daha derinde olan bir şeyden bahsediyoruz. İnsanın derininde ne varsa şiirde de o var. Kurmaca kendi zamanını alıp başka bir zamana gönderebilir, bunu yazarından bile bağımsız bir biçimde yapar. Ancak şiir, şairinden bağımsız ne kapıyı vurup çıkabilir ne de onun varlığını unutup, onun kim olduğunu hesaba katmaksızın gövde bulabilir. Bu şiirin megolamanisi de değil, şairin de bir bellek taşıyıcısı olma histerisi ile alakalı değil bana kalırsa. Haber bülteni kaleme alır gibi yazılmış şiirlere de onları yazan kalemlere de söyleyecek sözüm yok. Bu şiirin belleğinde yazılıp kalmış şiirler kadar söz hakkı demektir. Ama dersen ki boğuluyorsun, sana oradan bir can simidi atılacak ben Mihri’nin, Leyla Saz’ın, Gülten Akın’ın, Sennur Sezer’in eline, sözcüklerine değmiş olanı isterim. Daha açık ifadesiyle: Şiirin eril alanında kendi sözünün, şiirinin mücadelesini vermiş, varoluşunu şiirin evinde kalmak suretiyle inatla gerçekleştirmiş kadınların elinden olsun kurtuluşumuz da.

► “Bir kadın en çok nedir? Kapısını evin kapattıktan sonra” dizelerinizden bir soru yöneltmek isterim…
Bazı şiirler vardır ki bizim kim olduğumuza dair büyük bir dipnottur. Sadece şair kadınların şiirinde yoktur elbette cevaplarımız; beklediğimiz de bu değildir açıkçası. Her şair kadın, kadın oluşun söylemini şiire indirmek zorunda değil. Kaldı ki erkeğin dışında bir cins olarak kim ne yazacaksa kendini tarif ettiği yerden kuracaktır illa ki şiirini. Bunu neden önemsiyorum; şu dizeler hepimizindir çünkü… Rilke’nin “Duino Ağıtları’ndaki Birinci Ağıt’ta geçer: “Ah, muhtaç olduğumuzda/kimden medet umabiliriz? Ne meleklerden ne insanlardan/ ve marifetli hayvanlar bile fark ettiler ki/ hiç de rahat değiliz biz/ şu yorumlanmış dünyamızda.” Bu şiirde beni daha fazla ilgilendiren, kadın olanı, yazan kadını, hem anne olan hem üreten/yazan kadını, hem bunlarla birlikte hem de salt kadın oluşa dair bir bilinç taşımanın bile gerek olmadığı durumda bırakılmış bir kadını, tarihsel olarak sınırlı bir alan içinde (ev/yuva dişil gönderi) tutarak kutsallaştıran, adımını dışarı attığı anda lanetleyen bir tarihten geliyoruz. Ataerkilliğin on binlerce yıllık kalıntısı yanına feodalliği koyduğunuzda, erkeğin dışında kalanın “yorumlanışındaki” karanlık sözler hepimizin ensesinde. Biz de ama şiirle, ama sokakta, evde, ilkelerimizin bizi biz yaptığı her yerde enseyi karartmıyor ve “bir kadın en çok nedir?” diye soruyor ve birer yanıt gibi yaşamaya çalışıyoruz.

sair-de-siir-de-toplumun-ne-oldugunun-gostergesidir-498683-1.

► ”Zamanın Yitiği” ve “Periler de Ölür” olmak üzere kitap iki bölümden oluşuyor. Nasıl süreçlerden geçti bu iki bölüm?
Tezer Özlü “Ben sonu kendime başlangıç yaptım” diyordu, ben de ilk kitabım Ayna Yorgunluğu’nu onun bu cümlesinden nefes alarak açmıştım. O vakitler o yorgunlukta kalır daha ötesinde hayata eklenemezim gibi düşünmüştüm. Ama “Başka Dünyalar İçinde”, bana yoldaşlık eden Poyraz ve Kuzey’in varlığı dünyayla aramdaki gergin ipin kopmasına izin vermedi. Bir de herkesin bir perisi vardır onun zaman yolculuğunda aklını ve kalbini bir dengede tutmasını sağlayan. (Bu çok mistik elbette benim materyalist yanım için. Ancak özellikle sarılıyorum bu önermeye, yoksa masaldan kopunca daha çok zedeleyici oluyor içimizdeki ve içinde olduğumuz zaman.) Zamanın Yitiği, kendi köksüzlüğümü, bir yere bir insana bağlıymış gibi yaşamanın bir yanılsama olduğunu ve aslında tek başınalığın mutlak başlangıç ve son olarak hayatımızdaki izini, onu fark edişimi ve o bağlılığın bizi varoluşsal olarak kendi sonluluğumuz içinde biçare bıraktığını da yüklenen bir bölüm olabilir kitapta. “Periler de Ölür” ise… yasın kendisi. Masalımın bitişi. Çok öznel gibi, ancak herkesin ölümü. Peri benim büyükannem/babaannem. Kırılan Selanik tabağım o, kararan sarışınlığım, beni bir kötü kumaşa diken iğnenin canıma batmışlığı. Periler aslında ölmez. Sadece yaşamaktan vazgeçer. Şiirin bizde yaşaması için.

Şiirim, bazı şairlere selam gönderiyor
► Şiirinizde tekrar eden cümleleri bilirim. Bu biraz da unutmanın ironisi midir?

Güzel söyledin. Unutmak aynı zamanda ironik bir durum. Bizi kendi halimize bıraktığını varsaydığımız bir zamanın handikabı. Bizim vurgumuz trajik olan dramatik olanla kol kola gezse de. Aslında ana anlatıya dahil bir özne olduğumuzu sanırken, kendi tarihimizin yılmaz yapıcılarıyız. Arı peteğinin her bir hücresinde yaşanan mücadele ve verilen emek gibi şiirin evinde olan biten de bu. Birbirine bağlı olmanın tarih dersindeki doğru yanıtları değiliz mutlaka. Ben de tekrar edenleri farkına varman mı desem beni o tekrarlarda yakalaman mı, işte o ironik olanın kendisi aslında. Kendimizin eskilerini giymenin bilinçli tasarrufu. Ya da o parçadan kop(a)mama. Üzerimizdekilere kıymet vermenin yanı sıra sözümüzde emeği olanlara da verdiğimiz değer. Sonra kavramlar bir tekrarın başlığıdır her biri. Hepimizin hikayesinde bizleşir; dil farklı söylemler geliştirse, özneler değişse de ‘ayrılık’ da ‘ölüm’ de ‘yoksulluk’ da birdir. “Unutmanın Kısa Tarihi” de Karacaoğlan’da, Furuğ da, Ahmatova’da, Ritsos’da olana selam veriyor. Benim sözcüklerim yeni bir şey icat etmiyor, bazı şair yoldaşların varoluşlarına selam gönderiyor belki de. Yahut da tekrarlanabilecek en sarsıcı şeye, savaş kovucu, şiddet kovucu, akıl kovucu olan şeye -bir tek ona- itaat etmenin söylemini kurmaya çalışıyor yeniden. Rimbaud’un söylediği ile: “aşkı yeniden icat etmeli, besbelli.”

► Öte yandan şiirinize ilişkin günler, aylar, mevsimler ve doğa hep iç içe. Buna katılıyor musunuz?
İki bağlam üzerinden açmaya çalışayım bu sorunu. Öncelikle doğanın bir parçası olarak praksis kurabilecek tek türüz. Kendi türümüz içinde de bunu tercih edenler olarak farklılaşabiliyor olabiliriz. İnsanın doğayı eylemiyle değiştirme çabasını işaret eden bir sözcük olsa da praksis, bir felsefi duruş anlamında sınıfsal, emeğin dağılımına dair olanla da mücadeleyi gösterir. Değişen paradigmalar bizi şiirden uzaklaştırmadan şimdinin şiiri için yeni kanallar açıyor. “Doğada doğaya ait olmayan hiçbir şey yoktur.” Ben zamanın çekmecelerini çektikçe karşılaştıklarıma kendi zamanımı, birikenlerimi; her şeyden önce kaybetmemek için sakındıklarımı, gözettiklerimi eklerken, istiyorum ki şiir ile birlikte kayıt altında tutulsun zulüm de zorbalık da. Sarlo “Geçmiş Zaman”da, “güçlü bir öznellik zamanı” yaşadığımızı söyler, kişisel olan sadece mahremiyet değildir; aynı zamanda kamusal tezahürün alanı olarak görünürlük kazanır. Öyleyse şair de şiir de bizim toplum olarak ne olduğumuzun göstergesidir. “Mevsimleri kapatıp giderken kuşlar” biz kalırız olduğumuz yerde. Hep iç içe. Teşekkür ederim beni konuşturduğun için.