Tatlı bir seçim telaşı yaşanıyordu…

Ana muhalefet partisi tabanındaki küskünleri cepte görüyor, sağ, sığ, ülkücü oyların önemine istinaden hareket ediyordu…

Ülkücüler demokrasinin olmazsa olmazıydı!

Oysa 1978’in Aralık sonunda Maraş’tan yayılan kan kokusu henüz tazeydi. Camların üzerinde “Allah için savaşa” yazıyordu.

Fakat Maraş “katliam değil”, “vaka-ı adiye” sayılıyordu.

O sırada

Söylemediği sözler yüzünden, önemli bir haber sunucusu; Fatih Portakal linç ediliyordu. Üstelik “devletin tepesi” tarafından. Sokak korkusu; “uyarına gelince” sokak coşkusu oluyordu. Portakal bıçaklamak en yaratıcı eylem, orantısız zekâydı!

Ortaçağ hukuku tuhaf şeyler icat ediyordu. İşlerine gelmeyen yazar, hoca yerden yere vuruluyordu. İlahiyatçı İhsan Eliaçık’ın “payitaht” dışına çıkması yasaktı. Fakat payitaht dışında, Batman’da kendisine açılan bir davada ifade veremediği için gözaltına alındı.

Ortadoğu’nun “üç uzmanı” bir kitap kapağında yan yanaydı. Biri; Şam’da Cuma namazı kılacaktı, diğeri 4 adam gönderip 8 füze attıracaktı, öteki stratejik fetihe hazırlanıyordu. O günden bugüne ne fetih sevdası, ne bataklık arzusu bitti.

Ortadoğu uzmanı yazar Hamide Yiğit’in “AKP’nin Suriye Savaşı” isimli kitabıydı. Kapak dava konusu oldu. Yiğit’e Türkiye Cumhuriyet ve hükümetini alenen aşağıladığı gerekçesiyle 7.5 ay hapis cezası verildi. Halbuki iyi kapaktı!

37. Ağır Ceza mahkemesi bir fenomene dönüşüyordu. Soma’nın, Suruç’un, Berkin davasınının avukatlarını yargılayan da “başımızın üstünde yeri”, “ülke vicdanının her katmanında sesi olan” Prof. Dr. Şebnem Korur Fincan’cıya ertelemesiz 2,5 yıl ceza veren de aynı mahkemeydi. Fincancı; “37. Ağır Ceza Mahkemesi bana 30 aylık bir madalya taktı. Bu 30 aylık madalya onur belgemizdir” dedi.

78 yaşındaki; Sise Bingöl, cezaevindeydi. Hasta tutuklulara, yaşlılara acımıyorlardı. Bingöl, hapishane ring aracıyla günlerce yolculuk yaptırılarak tedaviye götürülüyordu. Elleri kelepçeliydi.

Yine o sırada

kendisine İçişleri Bakanlığı’nın “Terörden Arananlar Listesi”, mavi kategoride yer bulan ve başına 1 milyon 500 bin lira ödül konulan IŞİD üyesi Ayşegül İnci, “ele geçirilip” serbest bırakılıyordu. Ancak kamuoyunun baskısı nedeniyle bir gün sonra tutuklandı. Lütfedildi. Aslında sistem itirafını yapıyordu: “IŞİD’ciye gelince terör dediğin nedir ki!?”

“Terörist” Levent Üzümcüdür! Niye Antep IŞİD yapılanmasından, tiyatro oyunundan korktukları kadar çekinmediklerini kim bilir?

“Gidersen Yıkılır Bu Kent” şiirinde diyordu ki;

“…Fiyakalı ışıklar yanıyor reklam panolarında
Durmadan çoğalıyor faili meçhul cinayetler
Ve ölü kuşlar satılıyor bütün çiçekçilerde
Menekşeler nergisler yerine kuş ölüleri
Bir su sesi bir fesleğen kokusu şimdi uzak
Yangınları anımsatıyor genç ölülere artık…”

Demek ki sıra şairlere de geliyordu. Hacettepe Üniversitesi’nde bir söyleyişinin konuğu olan Ahmet Telli’ye gerici-sağcı öğrenciler saldırı girişiminde bulundu. Bir şaire “Hacettepe sana mezar olacak” diye bağırmayı başardılar.

Tatlı bir seçim telaşıdır…

Mutabakatlar son aşamasında… Yaşasın! Düzelme yerelden başlayacak!

Tabii Anadolu Ajansı (AA) saat 21:00 sularında “Türkiye turuncuya boyandı” diye ilan etmez, sokaktan nefret eden “pompalı devletseverler” yurdun her köşesindeki sokaklarda kurşun yağdırmaz, Yüksek Seçim Kurulu (YSK), “Doğrudur” açıklaması yapmaz ve AKP sözcüsü, “Her şey sandıkta bitti, gerisi terördür” minvalli bir şeyler söylemezse…

Havanda su mudur?

Yoksa…

Her yanıyla, tepeden tırnağa… Bütün kurumlarıyla… İktidardan muhalefete… Ne söylüyordu, naif dizelerin sesi Ahmet Telli:

“…Bataklıktaki suyun da bir su yanı vardır. Çürüyen bir bedenin bile dayanılabilir kokusuna. Kutuda kalan son bir yudum su, bu bile değildi artık. Küstü, öldürdü kendini su…

Su çürüdü…”