Yaklaşık bir yıldır kanser tedavisi gören şair küçük İskender 55 yaşında yaşamını yitirdi. Paşabahçe Devlet Hastanesi’nde yoğun bakımda tedavisi süren şair, gece saatlerinde hastalığına yenik düştü. Şairin cenaze töreni bugün saat 11.00’de Akatlar Kültür Merkezi’nde yapılacak. Cenaze ise İstanbul Ortaköy Büyük Mecidiye Camii’nden kaldırılacak. Sene artık gökyüzüçok zaman önceydi bu sene artık gökyüzü bir güzellik […]

Şaire veda

Yaklaşık bir yıldır kanser tedavisi gören şair küçük İskender 55 yaşında yaşamını yitirdi. Paşabahçe Devlet Hastanesi’nde yoğun bakımda tedavisi süren şair, gece saatlerinde hastalığına yenik düştü. Şairin cenaze töreni bugün saat 11.00’de Akatlar Kültür Merkezi’nde yapılacak. Cenaze ise İstanbul Ortaköy Büyük Mecidiye Camii’nden kaldırılacak.

Sene artık gökyüzü
çok zaman önceydi bu
sene artık gökyüzü
bir güzellik yap bana
ölümün tadından
bir avuç bal çal
gökyüzünün boşluğu
yol olur dağlara
susma şimdi
vakit vakitlerin çok ötesinde

Burak ABATAY

İskender’in 7 hali

Yalın hali: Orhan Veli gibi uzun, Sait Faik gibi derin bir yalınlığı vardı. Genellikle kapalı ve karmaşık bir kişi olduğu düşünülürdü. Oysa duruydu, netti, açıktı. Yapayalnız değil, yapyalındı.

Çırak hali: Kimsenin tanık olduğunu sanmam bizim kuşak şuaradan. Çırak olarak gelmemişti zira. Çıraklığını belki de adını taşıdığı, ünlü kitap kapağı tasarımcısı babası Derman Över’in yazar ve şair arkadaşları hatırlıyordur. Şiirimizin Fazıl Say’ı sayılır. Harika çocuklardan. Harika şairdi.

Usta hali: Ustalarıyla birlikte gelmişti. Sanki doğrudan ustalık sınavına girecekti de, ustaları da tanık olacaktı. Nazım Hikmet, Edip Cansever, Attila İlhan, Ece Ayhan, Ataol Behramoğlu…

Hepsini bir şiirde buluşturup, bambaşka bir şiir yazmak hüneri ondaydı. Yazdı da. İz yerlerini, kat yerlerini hiç saklamaya çalışmadan, onlardan aldığı etkiyi dönüştürdü, küçük İskender’in ‘biricik’ şiirini yarattı. Usta savaşçılar nasıl yaralarını bir kanıt olarak gösterirlerse, usta şairler de kendi şiirlerinde başka ustaların varlığını, yerini gösterirler.

Şiir hali: küçük İskender şiiri. 35 yıldır böyle bir şiir var. Nelerden oluşuyor? Her şeyden. O da her şeyi şiire dönüştürmesini bilenlerdendi. Kaç şair tüm yaşamını onun gibi şiire yatırdı ki? En çok Ece Ayhan ve küçük İskender. Hangi şiirini okusanız, ‘bu İskender şiiri’ dersiniz. Ama her şiiri de birbirinden teknik olarak, biçim olarak da çok farklıdır. Neredeyse tüm şiirleri denemiştir, ‘gizli divan’ ve ‘içten halk’ şiirini bile. Hepsinde hep yeni hep küçük İskender olmayı bilmiştir.

Yazı hali: İskender’in, büyük şairlerimizin bazılarında olduğu gibi, Cemal Süreya, İlhan Berk, Melih Cevdet Anday, yazıyı da şiir gibi ciddiyetle yazdığını ve özellikle denemelerinin birer deneme kitabı örneği olduğunu düşünüyorum. Zekasına, işlekliğine, tadına, anlatımına doyamazsınız. Su gibi mi? Hayır daha çok şarap gibi, bazen buruk ve tortulu. Ama tadını farklı kılan da biraz bu. Sevgiyle içilen şarap gibi, sevgiyle yazılan denemeler: Galileo’nun Pergeli Lucifer’in Bisikleti, Medusa’nın Makası…başta olmak üzere çok okunmalık.

Politik hali: İskender cinsel politikanın da devrimci politikaya dahil olduğunu bilmekle, yaşamakla kalmadı, aynı zamanda büyük bir karşıçıkış ahlakıyla bunu toplumun ikiyüzüne de çarptı. Saklamadı, saklanmadı. Korkmadı mı, korktu evet. Tetikçi gerici gazetelerin manşetten hedef göstermesi, şiirinden başka hiçbir şeyi, gücü, iktidarı olmayan bu büyük şair için elbette cansıkıcıydı, korkutucuydu. Ama vazgeçmedi. Korkmak değil, vazgeçmemekse asıl dayanmak, karşı koymak, İskender bunu her koşulda yaptı ve cinselliğiyle beraber benzer cinselliklerin de sözcüsü, savunucusu oldu.

Arkadaşlık hali: Behçet Aysan, Mevlüt Gülveren, Mehmet H. Doğan, Hulki Aktunç, Mustafa Irgat, Nilgün Marmara, Salih Ecer, Didem Madak, Seyhan Erözçelik, Ahmet Erhan, Adnan Azar, Enver Ercan…Yitirdiğimiz şairler ve yazarlar, yitirdiğim arkadaşlarım, yakınlarımdı. Küçük İskender kardeşimdi, yakınımdı, büyük şairimdi, ama arkadaşlık ahlakına ve vefasına sahip, yoldaşlık duygusuyla davranan çok iyi bir arkadaştı, canım arkadaşımdı. Aslında tüm şairlerin, eski, yeni, tüm okurların yakın arkadaşıydı.

Haydar Ergülen

Yekpare İskender

İskender’i tarif etmek hiç kolay değil, çünkü çok kendisiydi, hatta kendisinin ta kendisiydi. Bir riya toplumunun ortasına düşen meteor, metaforu kurabilirim onun için. Adeta bütünlenmiş olarak geldi. Bitip tükenmez defterleri kadim zamanlarda yazılmaya başlamış gibiydi. Meteor, düştüğü yerde parçalarına ayrılmaya başladı, nedir, riya da kadim olduğu için parçalanma kesintisiz sürdü. Bir yıldız gibiydi aynı zamanda, göz kamaştırıcı olduğu kadar, ışığını yaymayı ve bunu izlemeyi severdi. Yaşantı kuruşu ile yazısı inanılmaz derecede bütünleşikti. Daha iyisini söylemek gerekirse, İskender “yekpare” idi. Böylesine nadir rastlanır. Kavi ve kırılgan, hiddetli ve zarif, vefaya saygılı riyaya saygısız, bin yaşında ve çocuk, jest ve geist… İyi ki vardın, varsın küçüğüm İskenderim.

Orhan Alkaya

Seni zamandan çalmıştık biz

Bazıları şair doğar, bazıları sonradan olur, bazıları şiir yazsa da olamaz. Derman İskender Över şair doğanlardan. 25 yaşındaydı tanıdığımda. Önce birbirimizle kavga ettik, sonra birlikte başkalarıyla kavga ettik. Sonra kendimizle kavga ettik, dağıldık. Bunca kavgada kimseyi ayazda bıraktığına tanık olmadım. Kimseye vurmadı öyle kavgalardan değil… Şiiri bilir sözü bilir kendini bilirdi. Bu yüzden o kıdemli sokak hayatında kendine yaslanarak yürüdü. Bizi şiirde parlak bir zekâ ile buluşturdu şiirin uzlaşım aracı olmadığını, tutku olmadan şiirin var olamayacağını ve şairlerin de şiiri güzel okuyabileceğini gösterdi.

Takvimlerde 2 Temmuz Sivas, 3 Temmuz İskender, hulâsa dilin kalbi ve şiirimizdeki keder. Gökyüzünün avare delikanlısı seni zamandan çalmıştık biz! Kısa gibi görünen uzun bir yolculuktan, bir jazz şarkısından, bir acılı çocukluktan, hiç ırmağı olmamış bir manzaradan, şehirden, kalabalıktan, insandan, çok, pek çok insandan sonra, yerde uzanılarak yazılmış o ilk kitap aşkına, dinlenmek hakkındır dostum, DİNLEN !

Emel İrtem

Yaşandığı gibi okunan bir dil

“Gözlerim Sığmıyor Yüzüme” demiştin yola çıkarken; şiirimize bıraktığın ses sığmıyor antologyamıza. Türkçenin kumaşını derinden ellemiş nice bezgin şairin aldığı ölçüleri, bir elinde kalem diğerinde makasla  ters yüz ettin. Perdesiz, yırtık, kriminal bir sözcük kadrosu eşliğinde kanla karanfilin aynı anda camlarımıza vurduğu rahatsız edici bir söyleyiş getirdin bize. Birden müziği değiştirdin dansın ortasında.  Yapılmış olanın yanı başında kurmadın cümleni; birikmiş olanı yıkarak işe koyuldun. İş dediğim hayat işte. Çok yazdın, çok yaşadığın için belki, konuşma diliyle yazı dili arasındaki mesafeyi öperek imha ettin.

Şu sözcükler senin adın anılmadan şiirimizde tam yerine konulamaz zanındayım: Beden, Cesaret, cür’et, atak, sıra dışı, kişilik…Bir sel sonrası alfabemize doğru akan ırmağın taşıdığı bulanık, çamurlu, kırgın ve karanlık nesneleri bir bir elden geçirip temizleyerek beyaz kâğıdın uçsuz bucaksız boşluğuna şehvetle bıraktın. Hayatını ele geçirmiş katı gerçekçi sözcüklerle yeni bir toplumcu söyleyişe – merkezine, iktidar olan her şeyle hesaplaşmayı alarak- doğru cesurca aktın. Vardır her şiirinde içe ve dışa aynı anda dokunan bir yalnızlık. Türkçeden, yazıldığı gibi değil, yaşandığı gibi okunan bir dil çıkarttın. Ardından gelenlere, köhnemiş alışkanlıklara karşı dil çıkartmayı öğrettin. Bir gülün gölgesi altında bilendiğin de oldu. Güzel oldu yaşadığın: ”Ah ben nasıl unuturum ki/ annem loğusayken karnına bir gül koymuştu/ Gül bu/ durur mu hiç yerinde”

Şeref Bilsel

Buraya kadarmış…

küçük İskender için iyi bir şair demek yeterli değil. Şiirin ana aksını kıran, akarsuyun yönünü değiştiren bir şairdi İskender. Tarih boyunca, başka hangi coğrafyalarda, topu topu böyle kaç şair çıkmıştır ki? Kadir kıymet bilen bir ülke olsaydık, İskender’i başımızın üstünde taşımamız gerekirdi. Ama kişisel olarak kendimi şanslı hissediyorum. Aynı yıl doğduk, genç yaşta yolumuz kesişti, aynı havayı soluduk, aynı mekânlarda sabahladık, bazen yoğun sevdik birbirimizi, bazen kanlı bıçaklı olduk. Az şey mi? Kanser teşhisini öğrendiğinde “Buraya kadarmış,” demişti gülümseyerek. Tedavi gördüğü bir yıl boyunca kanser iyice ilerledi ama hiç üzgün görmedim İskender’i. Başını hiç eğmedi, dimdik durdu ölümün karşısında. Hem niye eğsin ki? Hayatı da çok iyi biliyordu o, ölümü de. Hepsinin şiirini yazmıştı çoktan.

Altay Öktem

Ölümün dansa daveti onundur

Şiirimizin akışına müdahale ederek yeni bir yatak edinmesine yol açan şairler olmuştur. İkinci Yeni ve özellikle Ece Ayhan böyledir. Tonal olandan atonale; türküden caza evriliş de denebilir buna. küçük İskender ise oradan devraldığı sesi rock’a dönüştürmüştür diye düşünüyorum. Doğaçlama ve kurgu iç içedir onda; birkaç enstrümanı birlikte kullanabilen bir virtüöz. Şiirin uzlaşmaz inadını en uç noktalara götürürken, insan olarak kalender, kardeş bir yürek tanıdım onda. Ölümün dansa daveti de onundur.

Ahmet Telli

Şiir ortada işte!

Şiiriyle çok erken ama kendisiyle biraz geç tanıştım. Toplumun “kutsal” dediği ne varsa darmadağın eden bir şiirle çıktı. Zeki, sarsıcı, bıçkın, lirik, acı, öfkeli bir dil, bir şiir. Herkes ne kadar yadırgadıysa o kadar merak etti. Yaşamından da, şiirinden de tek harf ödün vermedi. Hepimizin yazdığı şiiri zorlayan bir şiirdi bu. Günümüz şiirinin yatağını hepimizden çok o değiştirdi dersem abartı sayılmamalı. Ne kadar kendine kapanmış görünüyorsa, o kadar topluma değiyordu, devlete değiyordu, siyasaya değiyordu. Mizah duygusu bu kadar yüksek, yaşama sevinci bu kadar güçlü az insan tanıdım. Adana’da bir söyleşi öncesi, sanırım bir saat fıkra anlattırdı bana. Nedense şiirden az konuştuk. Şiir ortadaydı işte! Sonra iki kez Bodrum’da buluştuk. Üçüncüsünde hastaneye ziyarete gittim. Yine bir yığın hikâye anlattım. “Sen her zaman gel, bunlar gamlı baykuş gibi susuyorlar” demişti. Ben eşimden biliyordum, o kendinden, dönüşün olmadığını. İkimiz de hayat sonsuzmuş gibi konuştuk, konuştuk, konuştuk. En son, 19 Mart  2019 günü Şişli Terakki Okulları’nın şiir ödül töreninde kucaklaştık. Bastonu vardı. Tekerlekli sandalyeyle toplantı odasına geçtik. Gonca, Altay, Ertan, Cenk, Turgay… bir okul dolusu öğrenci ve öğretmen. Sanırım içimizde en coşkulu olan yine İskender’di…

Şükrü Erbaş