Seksenler bizim üniversiteli olduğumuz yıllardı. Gençliğin apolitize olduğu, bir askeri darbenin adıyla anıldığı zamanlardı. Gençliğin -epeydir- uyuduğu söyleniyordu.

Şu an bir derin uykuda olan arkadaşım bilmez; ben onu henüz o geniş alnının ve kocaman burnunun güneşe doymadığı, dayaktan -kim bilir kaç kez- morarmış sırtını -bir kere bile- rahatça duvara dayamadığı o yıllarda tanıdım.

Ayşe Zarakolu'nun başında olduğu Belge, ‘Yeni Sesler’ diye bir diziye başlamıştı. Bu cidden ‘yeni’ydi ama esasen ‘içeriden sesler’di. Zira bu yapıtların neredeyse hepsi, hapishanelerden gönderen ‘yeni’ isimlerin eserleriydi. Ayşe, içeride nasıl ayakta kaldıkları meçhul bu gençler, o dayanılmaz ortamlarında bir parça soluk alsınlar, sesleri dışarıdakilere ulaşsın diyerek onları bizle tanıştırmıştı. Mehmet Çetin, bir de Namık Kuyumcu aklımda kalmış onlardan.

Nitekim o, bu yakınlarda verdiği bir röportajda, “Biz açlık grevindeydik, ilk kitabım birden çıkıp koğuşumuza geldi” diyecek ve o gün neler hissettiğini anlatacaktı. Ayşe, başarmıştı.

Bahsettiği ‘Rüzgar ve Gül İklimi’ adında, ince -galiba- yeşil kapaklı bir eserdi. Onu alıp, bir romanın sayfalarını hızla çevirir gibi okuyup bitirdiğim gün hâlâ aklımda -demek ki henüz şiir okumayı bilmiyormuşum-. O kitap, hayatının yirmiden otuza yaş aralığını -çoğunluk için insan hayatının en güzel yıllarıdır- insanın içine işleyen duvarlar arasında geçiren bir adamın, insandan önce rüzgara ve güle tutkusunu anlatıyordu. İçeride yalnızca yatmamış, yazmış ve duvarlar yenilmişti.

Sonra eylülün bakır yaprakları sokaklardan yavaşça çekilip gitti, doksanlar da bitmek üzereydi ki bizim oralarda -biraz da silah seslerinin artık susmasıyla- kültür ve doğa şenlikleri başladı. O, içeride gül yangını ömrünü seyretmiş, ağır ağır hasreti biriktirmiş, kelimelerin büyücüsü haline gelmiş bir adam olarak çıkıp yurduna gelmişti. Festival toplantılarını hep barışçıl ve uzlaşmacı idare eden; her temmuzun sonunda, yanda kederle akan o yaşlı ırmağın hakemliğinde yapılan buluşmalarda o, sadece sahnede, doya doya konuşamadığı -seslerini bırak- rüzgarından bile ayrı düştüğü gamlı halkıyla yüz yüze olmak isterdi -sahnede bazen -uykuda gibi- kendisiyle de konuşurdu-. Sahne tartışmasız onundu, şair değil miydi?

Bu son senelerde, eylüllü günlerden kalan bir hesaplaşmanın yarası içine işlemiş, bahtsız ömrünü ağır ağır kemirmişti. O söyleşide, en çok hangi şairle tanışmak istediği sorulduğunda, “Feqiye Teyran” demişti; “Çünkü o, kuşlarla konuşuyor, en çok onu merak ediyorum.”

Derin uykudaki şair, bu defaki yatmanın süresi hayli uzadı, haydi uyan, Metris’in duvarları arasında unutulduğun ama binlerce sözcüğü torbana doldurup bir şenlik vaktinde ansızın çıkageldiğin gibi gel -hem sen, o söyleşide, “Çekildiğimiz dağdan inmedik daha” demedin mi? - yepyeni hecelerini, bir de “Kırmanciye ho bıpine” diyen o eski dizelerini tekrar oku bize.