Türkçü Nihal Adsız, Başbakan Şükrü Saraçoğlu’na bir açık mektup yazar ve kendi dergisinde yayımlar. Sabahattin Ali bu mektupta, kendi aleyhine yapılan hakaretler yüzünden Nihat Adsız aleyhine dava açacaktır.

O sırada Sabahattin Ali Devlet Konservatuarı’nda rejisör asistanı olarak çalışıyordur.

Sabahattin Ali mahkeme bittikten çok sonra Ankara’dan İstanbul’a gelmiştir. Mahkemeden nasıl kaçtığını Sabiha Sertel’e şöyle anlatacaktır: (Nâzım Hikmet ve Babıâli, Adam Yayınları)

“Yargılamanın görüleceği gün mahkeme binasının bulunduğu yeri atlı polisler sarmıştı. Hadise çıkmasından korkuyorlardı. Fakat ırkçılar bu muhakemeyi fırsat bilerek oyunlarını oynamaya karar vermişlerdi. Mahkeme salonuna sızan bir sürü sağcı, faşist birdenbire salonda gösteri yapmaya başladılar. Yargıç celseyi tatil etmek istiyordu. Irkçılar, hemen istiklal marşı söylemeye başladılar. Tabii, yargıç da sesini çıkarmadı. İçeride, dışarıda müthiş bir gürültü vardı. Ben tehlikenin azametini anladım. Bereket versin mahkeme, binanın birinci katında idi. Pencereden atladım. Zor bela kendimi kurtarabildim.”

Sabahattin Ali’ye muhakemeden sonra da hücumlar sürecektir. Hatta kendisini öldürmeye bile teşebbüs etmişlerdir. Sabahattin Ali’ye yapılan saldırının hikâyesini de Pertev Naili Boratav’ın eşi Hayrinüsa Boratav anlatacaktır:

“Devlet Konservatuvarı talebeleri olan bazı gençler Halkevi binasının tiyatro salonunda temsiller verirlerdi. Sabahattin Ali, Almanya’dan getirilen rejisör Ebert’in asistanı olarak, her geceki temsilde bulunmaya mecburdu. Ben de mektebin hocası olarak bu temsillere giderdim. Oturduğu ev Kızılay’da idi. Onu aldık, üçümüz yürüye yürüye Halkevi’ne doğru gitmeye karar verdik. Dil ve Tarih - Coğrafya Fakültesi’nin önüne geldik, yandaki karanlık kestirme yoldan Halkevi’ne doğru yürümeye başladık. Birdenbire önümüze kocaman bir taş düştü. Arkadan ikincisi Sabahattin’in omuzuna değerek fırladı. Sabahattin birdenbire döndü, demeye kalmadı, bir üçüncü taş geldi.

Atatürk Bulvarı’nın öte tarafına geçmiştik. Baktık, Sabahattin birini yakalamış, ayakları ve kolları ile ve bütün gücüyle, yakaladığı adamı dövüyordu. On adım ötede ufak bir polis kulübesi vardı. Oradan polisler koştular. Sabahattin’e saldıranın, “Osman Yüksel” adında bir genç olduğu anlaşıldı.

Osman Yüksel, polislerin yanında kendini emin hissedince, bir yumruk atıp Sabahattin’in gözlüklerini kırdı.”

Bir başka kavga hikâyesi daha…

Nurullah Ataç, Melih Cevdet Anday ile Oktay Rifat’ın bir şiirini beğenmeyip eleştirmiştir. (Meral Tolluoğlu: Babam Nurullah Ataç, Çağdaş Yayınları)

İki şair de bu nedenle Ataç’a çok kızgındırlar.

O yıllarda Ataç Ankara’da İzmir caddesinde oturuyordur.

Melih Cevdet, her önüne gelene Ataç için, “Onu nerede görürsem döveceğim” diyordur.

Ve bir gün Melih Cevdet ile Oktay Rifat, Ataç’ın yolunu kesecek ve tekme atacaklardır.

Kızı Meral Tolluoğlu’nun anlattığına göre Ataç’ın eve gelirken aldığı çok sevdiği helvalar elinden fırlayıp paltosuna yapışmıştır.

Şapkası başından düşmüş, toz içinde kalmıştır.

Pantolonunun paçalarında iki genç şairin tekmelerinin izleri vardır.

Ataç ise Melih Cevdet’in “Onu nerede görürsem döveceğim” sözlerini duyduğu halde Melih Cevdet’in eşi Sabahat Hanım’ı çok göresi geldiğini, evine gidip göreceğini söylüyordur.

Ataç’ın aile dostlarından Fuat Ömer Keskinoğlu “Nurullah gitme. Sana çok kızgın, seni dövecek” demişse de Ataç evlerine gidip Sabahat Hanım’ı görmekte direnecek ve Andaylara gidecektir.

Ataç eve girdikten bir süre sonra Melih Cevdet gelecek ve Ataç’ı görünce “Sen bir de benim evime mi geliyorsun?” dedikten sonra dövmeye kalkacaktır.