İktidar ekonomik krizin bedelini halka ödetirken, OHAL yasalarına sığınarak baskı ve zorbalıkla ayakta kalmaya çalışıyor. AKP’nin koltuğu bırakmamak için yürüdüğü yolun başarı şansı yok. Bu ülke buna izin vermeyecek.

Sakın denemeyin

Türkiye’de ekonomik krizlerin siyaset sahnesinde hızlı ve doğrudan etkileri oldu. Bunun en bilineni 12 Eylül Askeri Darbesi ve 24 Ocak Kararları arasındaki bağ. Bilindiği gibi dönemin CHP Lideri Ecevit, 24 Ocak Kararları’yla ilgili “Demokratik ülkelerde uygulanamaz” dedikten aylar sonra da faşist darbe geldi. Fakat bu tek örnek değil. İlk de değil. Sağ iktidarların ekonomik kriz ve krizi aşacak hamleler konusunda attıkları adım çok benzer. Ne hikmetse akıllarına gelen ilk yöntem devalüasyon oluyor.


Daha öncesi olmakla birlikte Cumhuriyet tarihinde bugünkü anlamıyla devalüasyon diyebileceğimiz ilk örneğin 1946 yılında yaşandığına dair geniş kabul var. Arkasından çok partili dönem ve Demokrat Parti dönemi başladı.

Menderes hükümetleri de bu yöntemi çokça denedi. 1958 yılında lira bir anda yüzde 220 oranında değer kaybetti.

Ancak bu yönteme en çok başvuran lider, hiç kuşku yok ki Süleyman Demirel oldu. Demirel, 1970 yılında birden fazla devalüasyon gerçekleştirdi. Toplamda lira yüzde 70’lere varan değer kaybetti.

Yine aynı Demirel, 1979 yılının Nisan ve Temmuz aylarından önce yüzde 30, ardından yüzde 89 oranında devalüasyon gerçekleştirdi. 24 Ocak Kararları’nda bu oran yüzde 33 oldu. Bu hamle sonucu devam eden süreç içinde 1982 yılında 1 dolar 191 liraya kadar çıktı.

Demirel’in yamağı Tansu Çiller döneminde de farklı olmadı. 1995, 1999 hatta 2001’e uzanan dönemde uygulanan politikalar Türk Lirası 600 bin lirayı geçti.
Ve nihayet Tayyip Erdoğan’lı günlere geldik. Bugün Türk Lirası’nın değeri 1980 öncesi gibi bakanlar kurulu kararıyla belirlenmiyor. Ancak “piyasa” denilen yapı, iktidarın tercihleri karşında oyuncak olmuş durumda. Erdoğan’ın ekonomik krize karşı “model” olarak anlattığı hikâye sonrasında Türk Lirası sadece 80 günde yüzde 70 oranında değer kaybetti.

Devalüasyon çok farklı tarihlerde denendi. Ama her denemede sorun çözemediği gibi negatif sonuçlar üretti.

Birincisi ekonomi düzelmediği gibi emekçiler daha da yoksullaştı. İkincisi ise halkın yoksullaşmasına artan devlet baskısı eklendi. Bir de bunlara üçüncü bir şık olarak eklenebilecek madde genellikle ciddi siyasal kırılmalarla sonuçlanmış olmasıdır.

EKONOMİ NEDEN ŞİMDİ MİLLİ GÜVENLİK SORUNU?

25 Kasım günü gerçekleştirilen Milli Güvenlik Kurulu toplantısının sonuç metninde kriz “Türkiye’nin hedeflerine uygun şekilde ekonomi politikalarını hayata geçirme sürecinde karşılaştığı ve karşılaşabileceği sınamalar ve tehditler değerlendirilmiştir” denilerek kendine yer buldu. İlk bakışta anlamsız gelebilecek bu cümle bugünlerde konuşulmaya başlanan “Ekonomik OHAL” talebiyle düşünüldüğünde pekâlâ bir yere oturabilir.

Krizin yarattığı tahribatın oy tercihlerini değiştirdiğini gören Erdoğan, koltuğu kaybetmemek için son bir yol deniyor. Daha önceki iktidarların denediği ülke parasının değerini düşürmek ihracatı ve istihdamı artırmak, yaratılan görece rahatlama sonrası seçime gitmek. Kuşkusuz bu hamleler kâğıt üzerinde yazıldığı gibi sorunsuz ilerlemiyor. Milyonlarca insanın hayatını doğrudan etkileyen sonuçları olacak. Artan hayat pahalılığı, kaynakların bölüşümünde yaşanan adaletsizlik ve bu durumun doğal sonucu olarak oluşan büyük öfke...

YASAK, GÖZDAĞI VE BİLDİK YÖNTEMLER

Erdoğan bir yandan milyonların daha da yoksullaşacağı ama sonucunda kendisi ile birlikte yandaşlarının hem politik hem de ekonomik olarak kazanacağı bir son istiyor. Bunun için sermaye tüm bağlarından kurtulmuş olacak, yurttaşı koruyan tüm yasa ve kurallar rafa kaldırılmış olacak.

İlk atılacak adım emek örgütlerinin, siyasi partilerin, medyanın sesinin kesilmesi olacaktır. Hangisine gücü yeterse oradan başlayacağı anlaşılıyor.
Konvansiyonel medyayı susturma konusunda kafaları karışık. Hedef kitle açısından bakıldığında ilk etapta şart olmayabilir de. Ama toplumun en dinamik kesimlerini etkileyen sosyal medya için aynı durum söz konusu değil. O yüzden Cumhur İttifakı’nın tamamı koro halinde sosyal medyayı diline dolamış durumda. Hatta sokak söyleşisi yapan bazı isimler gözaltına alındı ve ev hapsi, yurt dışı yasağı gibi cezaya çaptırıldı bile.

Bir diğer hamle, grev ve eylem yasakları şekliden gelişebilir. İlk örnek Antalya’da miting yasağıyla geldi. Asgari ücret görüşmelerinin ardından daha kitlesel şeklinde devam edeceği şimdiden belli olan eylemler karşısında bir planları olduğu çok açık.

SAĞCILAR BU KEZ BAŞARAMAYACAK

Bunlar egemen sağ siyasetin her sıkıştığı anda başvurduğu yöntemler. Erdoğan burada da yenilik yapmayı başaramadı. Ama atladıkları çok önemli bir şey var. Bu, ne bugüne kadar emperyalist güçlerin verdiği desteğin bitmesi ne parti içinde yaşanan dağınıklık, parçalanmışlık ne de Batı medyasının “hasta adam” yakıştırmasıdır. Bugün dünden farklı olan; yurttaşların kararlılığı, cesareti ve cüreti. Ne istediğini bilen, bunun için bedel ödeyen ve ödemeye hazır olan milyonlarca insanın varlığı. Geleceğe dair tek bir pozitif önermesi kalmayan Erdoğan’ın Türkiye’si, artık toplumun ezici çoğunluğu tarafından reddediliyor. Başta kadınlar, gençler, çalışan milyonlarca emekçi ve işsiz olmak üzere Türkiye AKP’den kurtulmak için gün sayıyor.

İktidar, gün gibi açıkta duran bu gerçeğe gözünü kapatıp hukuk dışı, baskıcı yollara başvurarak durumu değiştirebileceğini düşünebilir. Hatta bu düşünceyi uygulamaya koymayı deneyebilir.

Bizim burada tek söyleyeceğimiz “sakın deneme” olacaktır. Böyle bir yönelim bu ülkenin insanlarının çok daha sıkıntılı günler geçirmesine yol açacaktır. Ama tek sonucu bu olmaz. İktidar bu süreçte ne kadar olağan yol ve yöntemlerin uzağına düşerse siyaseten ödeyeceği bedel bir o kadar da ağır olacak. Yurttaş meydanlara çıkarak kararını ve taleplerini sıralamaya başladı. Oluşan irade tüm zorlukları açacak güçte ve kararlıktadır.