Salçacı kadın

ÖZGE DOĞAR

Birazdan güneş yüzünü bulutların arasından çıkartacaktı. Ayten’i saran esinti, yaz sıcağına isyan gibiydi. Ayaklarına sıkıştırdığı pikesi bedenini komple sarmış olsa da sabahın serinliğiyle ürpermek hoşuna gidiyordu. Rüzgâr damın her noktasını ezberlemiş gibi izinsiz dolaşıyor, Ayten’in yüzüne de hafiften öpücük kondurmayı ihmal etmiyordu. Sabah ezanıyla irkildi. Güneş kavurucu sıcağa gelene kadar domatesleri güneşe sermeliydi. Kendisini saran pikeyi üzerinden hızlıca fırlattı. Terliklerini giymedi. Oğlu uyuyordu. Merdivenden mutfağa geçerken uyanabilirdi. Zaten geç uyumuştu. Oğlunun odası mutfağın karşı ucundaydı. Domatesleri doğrayıp tuzlayıp kevgirden geçirse uyanmazdı. Her sene olduğu gibi bu sene de 50 kiloluk sipariş almıştı. Müşteri iyi salçayı kimin yapacağını biliyordu. Ev salçası yapan çok vardı ama kendisi gibi özenerek yapan yoktu. O da annesinden öğrenmişti. İyi ki de öğrenmişti. Salça, parasız dönemlerinde yaralarına merhem oluyordu. Oyalanmadan öğlene yetiştirmeliydi. Domatesleri tuzla dinlendirme payı da vardı. Salçaları ne kadar erken kurutursa, parasını o kadar erken alacak ve böylece evin kirasını kurtaracaktı. Acele etmesi, kira zamanının gelmesindendi. Mutfak rafında, yerde, masada duran domateslere baktı. “Toprak daha yağmur yemedi, güzel olur bu domateslerin salçası” dedi içinden.

Kapıda bir ses belirdi. Sevim’in sesiydi bu.

“Ayten ablaaa aç aç, ben geldim.”

Ayten, gülümseyerek açtı kapıyı: “Gelemeyeceksin sandıydım.”

Sevim elinden tuttuğu çocuğun terliklerini çıkarmak için eğildi: “Abla ayarlayacağım dedim ya. Annesi, Özlem’in bugün bana bıraktı. Madem işin var akşam iş çıkışı ben senden alırım” dedi.

Özlem meraklı gözlerle çevresine bakıyordu. Sarı saçlarındaki beyaz kurdelelerle oyuncak bebeklere benziyordu. Sevim, Özlem’in yardımcısıydı, sosyetikler “yardımcı” diyorlardı ona. Oysaki o da biliyordu bakıcısı olduğunu. Birlikte mutfağa geçtiler.

Ayten, “Haydi önce çay, peynir, ekmek ne varsa bir şeyler yiyelim” diyerek masanın üzerindeki domatesleri yerdeki domateslerin üzerine koydu. Özlem koridorda gördüğü bibloları almaya gitti. Sonra da masanın altına girerek biblolarla oynamaya başladı. Sevim gözleriyle Özlem’i takip ediyor, çocuğa baktıkça sevgisinden gözleri doluyordu.

Ayten: “Bu kadar bağlanma bu çocuğa, 2-3 yıl sonra okula gidecek o zaman ne yapacaksın?”

Sevim biliyordu bunları ama o da ne yapsındı. Elinde büyümüştü, annesinden çok kendisinin emeği vardı. Hem Özlem onu bırakmazdı ki. Bırakmazdı değil mi? Sevim’in hayırsız kocası karısının elinden parasını alıp yiyor içiyor, gezip tozuyordu. Sevim’in bir minicik Özlem’i vardı, onu da çok görmezdi herhalde Rabbi.

“Abla, sen dün damda mı yattın” diyerek eliyle zeytinden ağzına bir tane götürdü.

“Akşamları serin oluyor, bunalmıyorum.”

“İlaçlarını kullanmıyor musun? Konuşup bağırıyorsun uyurken.”

Ayten sustu, ilaçların da faydasız olduğunu biliyordu, derdini biliyor dermanını bulamıyordu. İkisi de sustu, bazen sessizlik çok şey anlatırdı, biliyorlardı.

“Salçanın yanında patlıcan da sipariş aldım, bitirir miyiz ki 50 kiloyu?”

“Zor ama yaptıkça sereriz dama. Sen de siparişleri kuruttukça paralarını alırsın. Böylece kira tamamlanır yine.”

“Yaparız yaparız… Daha önce yapmadık mı?”

Derin bir nefes aldı Ayten, göğsü çıktı, indi…

“Okulda bizim oğlana ‘yumuşak’ demiş öğrenciler. Müdüre şikayet etmişler…” Yine sessizlik oldu.

Bu sefer sessizliği Sevim bozdu: “Aman bu yeni nesil de pek bir tuhaf, koca öğretmene söylediklerine bak. Hiç saygı kalmamış bunlarda. Abla, umursama!”

“Hem benim oğlum sadece kibar, hassas bir çocuk. Kimse anlamadı çocuğumu. Babası bile dövmüştü kaç defa, ‘Sert ol, sen erkeksin, erkek!’ diye.”

Ayten’in gözleri doldu. Oğlunun kuş kadar aldığı maaşı da giderse, ne yer ne içerlerdi. Acaba oğlunu işten çıkartırlar mıydı kibar diye… Oysa çok iyi bir öğretmendi, üstelik kibar olmanın neyi suçtu?

Sevim: “Abla kiraya zam mı geldi?”

“Yok, iki yıldır aynı. Hiç zam yapmadı.”

Domatesleri önce yıkayıp doğrayıp tuzladılar. Sonra mutfağın iğreti duran terasına serdiler örtülerini, sele sele domatesleri taşıdılar, oturdular başına…

“Sevim kirayı öderiz değil mi?”

“Öderiz tabi abla. Ben sana bir kahve yapayım da kafan dağılsın.”