Gazeteci, yazar, tiyatrocu Metin Uca, “Türkiye’nin başka bir yüzünü göstermesi açısından salgın, çok önemli bir ayrıntı oldu. Hatta siyasi yapıların ve kişilerin değişeceğine yönelik umudu da körükledi” diyor.

Salgın, bize Türkiye’nin görülmeyenlerini gösterdi

Işıl ÇALIŞKAN

Televizyon ve edebiyat dünyasıyla tanınan Metin Uca’nın tüm dünyayı etkisi altına alan koronavirüs günlerini ve Türkiye’nin koronavirüs öykülerini, şahsına münhasır muzip ve eleştirel üslubuyla anlattığı ‘Tanrı Vermiş Pırasa, Hiç Yenir Mi Yarasa?’ adlı yeni kitabı İnkılâp Kitabevi etiketiyle çıktı.

Kitap, dünyayı etkisi altına alan salgın hastalıkların tarihsel ve siyasal yansımalarının bir panoramasını sunarken, Türkiye’nin kendine özgü korona hallerini de eğlenceli üslubuyla okuyucuya aktarıyor.

Uca, değişen hayatlarımız, alışkanlıklarımız ve bunların nedenleri konusunda inanılmaz komplo iddialarını ve cevap sanılan cevapları, yani koronavirüsün Türkiye yolculuğunu anlatıyor. Uca ile kitabı vesilesiyle salgını konuştuk.


► Bir korona isyanı olan ‘Tanrı vermiş pırasa, hiç yenir mi yarasa?’ kitabının ismiyle başlayalım. Hikâyesi nedir bu ismin?
Bu benim buluşum değil. Hem yaşadığımız bilgi kirliliği hem de mizahla bütünleştirilmiş bir pazarcının buluşu. Kendisi pırasa satarken piyasanın da durgunlaşmasına gösterdiği tepkiyle “Tanrı vermiş pırasa hiç yenir mi yarasa” yazdığı pankartı satış yaptığı tezgâhın üstüne koymuştu. Bizim yaşadıklarımızı da bundan daha iyi anlatacak bir cümle bulamadım gerçekten. Kitabımız umudu yitirmemenin de altını çiziyor. Görür görmez “Budur” dedim. Benim tuhaf isimli kitaplarımdan biri oldu ama yaşadığımız salgın günlerinin bize özgü tuhaf renkleri de olduğunun altını çizmek için yapıldı bu.

► Kitap karantina döneminde yazılmış belli ki… Mizah kısmını bir tarafa bırakırsak tüm odağınız koronayken ruh sağlığınızı korumak için nasıl yöntemler izlediniz? Dipsiz kuyu gibi içine çektikçe çekiyordu ev hapsinde bu haberler…
Tarihte bütün salgınların çok kolay bitmediğinizi görebilirsiniz. Öyle bir ortamda bir tek bilimin öncülüğüne ve akla inanmak gerekiyor. Hekimler, uzmanlar ne söylediyse onu yapmak... Biz tabii burada sorun yaşadık ve bize sorun yaşatıldı. Sosyal devlet olamadığımız için 12 milyonu aşkın insan her gün çalışmaya gitmek zorundaydı. Onlar toplu taşıma araçlarını kullanmak zorundaydı, maskeyle ilgili çözülemeyen sorunlar vardı. İnsanların bir kısmı kurallara uyarken bir kısmı yaşamını sürdürmek için hayatını tehlikeye attı. Böyle bir ortamda bu belirsizliğin farkında olarak kendimi izole ettim. Boccaccio nasıl Decameron Hikayeleri’ni yazdıysa ben de kendimi ve yaşadığım ülkenin insanlarını dinleyerek belki de bir daha asla göremeyeceğimiz sosyal deney olan yalnızlaşma sürecini gözlemlemeye çalıştım. O süreçte de bunu bir günlük gibi değil de yaşamdan, tarihten ipuçlarıyla anlatmak istedim. Kitap an be an içinde olarak yaptıklarınız ve buna sağlayacağınız katkı aslında yaşadıklarınızdı. Ben öyle baktım. Bilim ve akıldan uzaklaşanların bize önerdiği saçmalıklar, bizim kendi aklımız veya bilim felsefesinden uzak kalmamız nedeniyle nasıl bazı spekülasyonlara açık hale gelişimizin de trajikomik öyküleri var elbette içinde. Yani mizah burada eğlenceli değil kara bir mizah halinde ortaya çıktı.

‘YOK’ DEYİNCE YOK OLMUYOR

► Görünen o ki korona bile politize edildi bu süreçte. İzleniminiz nedir bu yönde?
“Yok” demek gibi işte. “Yok” diyen bazı diktatörler oldu ya. Yok dediğin zaman yok olmuyor ne yazık ki. O tam tersi seni tarih karşısında gülünç hale getiriyor. Bu aynı zamanda ilk başlarda önlem almayıp sosyal devlet olamayan bin 500 lirayla geçinin deyip kendisi gülünç duruma düşüren siyasetçiler için de geçerli. Çizdikleri o pembe tablonun altında hazırlıksız yakalandıkları sosyal devlet olamadıkları var. İnsanlar önce o Luppo denilen çikolatalı yiyeceği alan güzel yurdum insanıyla dalga geçti. Sonra anladılar ki bu adam dalga geçilecek durumda değil. Çünkü emeğiyle yaşıyor. Ve ertesi gün aç kalma ihtimali olduğu başka hiçbir şey bulamadığı için Luppo almış. Bu Luppo’nun reklamı olmadı, Türkiye’nin başka bir yüzünü göstermesi açısından çok önemli bir ayrıntı oldu.

Bu salgının en önemli göstergelerinden birisi klasik anlayış ve düşüncemizin de değişmesi. Hatta bu alanda siyasi yapıların ve kişilerin de değişeceğine yönelik umudu körüklemesidir.

► Ama tabii bu süreçte sanatçılardan intihar haberleri de almaya başladık yazık ki…
Çünkü sahne emekçilerinin bir kısmı çalışarak kazandıkları parayla yaşıyorlardı. Amaç o uyanık iş adamının yaptığı gibi kendisine yakın sanatçılara para kazandırmak değil sahne emekçilerinin, onunla beraber çalışanların aç kalışında devreye girmekti. Utanmazca 13 milyon lira param var ama. Şu anda cebimde para kalmadı evleri mi yiyeyim diyen tuhaf şarkıcılara destek olmak yerine sahne emekçilerine destek olmak gerekiyordu. Sorun orada başladı zaten.

► Umut var mı peki ufukta?
Bilim ve akıl bunu elbette yenecek. Bunun komplo teorileriyle bir kurgu olmadığını düşünüyorum. Kitapta bir öykü var. 2013 yılında yüzen bir domuzun öyküsü. Orada da gösterdiğimiz şu: Biz sanayi devrimiyle birlikte çok rezil bir biçimde başka hayatları, canlıları ortadan kaldıracak ve tüm canlıları yok edecek bir süreç yarattık. Bu kaçınılmazdı, eninde sonunda gelecekti. Çünkü insanlık tarihi boyunca hep gelmiş ama her seferinde bilim ve akılla ve ya da tıp biliminde bir gelişmeye yol açmış. Ve bu alışılagelmiş bütün düşünce sistemlerini başta dinlerin profesyonelleri olmak üzere dayatılan bütün tuhaf akıl dışılıklarını sorgulama sürecini yaratmış. Bu süreci bizim de değerlendireceğimiz 130 bin kişiden oluşan bomboş hiçbir işe yaramayan bir yapının, çocuk tecavüzleri şeyhleri bile engelleyemeyen tuhaf 5-6 tane bilim üretecek insanları yetiştiren bakanlığın bütçesini aşmış bir diyaneti ortaya çıkarışının öyküsünü de her salgından sonra bilim ve aklın öne geçişi çerçevesinde değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. Yerleşik bütün inançları, bilim ve akıl dışılıkların sorgulanacağı bu süreçte evet umut besliyorum. Ama asıl önemli olan bu süreçte çalışarak yaşamını sürdürmek zorunda kalan, yasağa rağmen evine götürecek yiyecek olmadığı için o çikolatalı tatlıyı almak dışında başka şansı kalmayan insanlar burada nasıl savrulacak ve biz onlar için ne yapıyoruz. Asıl sorun bu. Bunun üzerine kafa yormak lazım.

***

AYASOFYA’DA DEĞİL SANAT ETKİNLİKLERİNDE BULAŞIYOR!

► Salgının Ayasofya evresine de değinmişsiniz kitapta. Sanat etkinlikleri esnasında bulaşan virüs nasıl bir seçicilikte?
Zaten tuhaflık orada. Ayasofya’da bulaşmıyor. AKP Milletvekili’nin oğlunun düğününde bulaşmıyor ama sanat etkinliklerinde bulaşıyor. Geçtiğimiz günlerde Altın Güvercin Müzik Festivali’ni sundum ben. Oturma düzeni bir boşluklu ve arkası da boş gelecek şekilde ayarlanmıştı. 2 bin kişiyi aşkın bir salon 800 kişiye düşürülmüştü. Bunlar önemli ayrıntılar. Bir yandan da hayatın devam ettiğini ve bütün renklerini korumamız gerektiğini göstermemiz gerekiyor ama bunu yaparken de ilacı veya aşısı olmayan bir salgın olduğu için sosyal mesafeye özen göstermemiz gerektiği ortada. Şu anda dünya genelinde ölen insan sayısı 900 bine doğru gidiyor. Yani neredeyse savaş verisi. Bu rakam tüm dünya ülkelerinden. Bizim de 7 bine yakın bizim de yitirdiğimiz can var. Bu bir rakam değil. Bu insanların hayalleri umutları vardı. Ben hala iki çocuğunu emanet edip hayatını kaybeden hekimimizin acısını hissediyorum. Böyle bir ortamdan geçerken bu virüsün birtakım ayrıcalıklar gösterdiği saçmalıklara inanmak yerine eğer bir şeye özen gösteriliyorsa her şeye gösterilmeli. Virüsü politize etmenin bir manası yok.