Dünya ekonomisinin 2008 yılında girmiş olduğu kriz, yapısal bir hal almışken bu salgınla daha da derinleşti. Bu durum kimilerine göre kapitalizmin çöküşüne kimilerine göre de küreselleşmenin sonuna işaret ediyor. Siyasal olarak “Ya barbarlık ya sosyalizm” sloganının “Ya ölüm ya sosyalizm” olarak değişime uğradığı dile getiriliyor. Peki, bunlar doğru mu?

Salgın dünyayı değiştirir mi?

ENDER TUNA

Bir virüsün tüm dünyayı etkisi altına alması birlikte hepimizin yaşamı bir anda değişti. Evlerimizden çıkamaz hale gelirken bir yanda da gelecek, işsizlik, açlık ve ölüm korkusu hepimizi etkisi altına aldı.

Hizmet sektörü büyük oranda evden çalışma sistemine geçerken üretimin mekândan kopması mümkün olmayan sektörlerle, temizlik, güvenlik, market çalışanları, kuryeler, inşaat işçileri ve sağlık personeli hayatın devam etmesi için çalışmaya devam ettiler. Bu durum bir taraftan işçi sınıfının sonunun geldiği safsatasını bir kez daha çürütürken bir taraftan da koronanın zengin yoksul, milliyet, sınıf, din farkı ayırmadığı ve virüs karşısında herkesin eşit olduğu yalanını boşa çıkardı.

Salgın, dünya ekonomisinin 2008 yılında girdiği krizi aşamadığı süreçte ortaya çıktı.

2008 yılından itibaren tüm çabalara rağmen kâr oranlarında azalma, borçlanma rakamlarında artışlar devam etmiş, yatırım, tüketim ve istihdam rakamları artmamış, işsizlik oranları azalmamış, büyüme rakamları yetersiz kalmıştı. Böylesi bir tabloda salgının dünya ekonomisine ciddi maliyet oluşturması kaçınılmazdı. BM Ticaret ve Kalkınma Ajansı, 2020 yılı için virüsün dünya ekonomisine maliyetinin 1 trilyon dolar olduğunu tahmin ediyor. IMF ve Dünya Bankası, 2020’de büyüme oranı öngörülerini yüzde 1 oranında aşağı çekti. Dünya ekonomisinde yüzde 2,5 büyüme sınırı, doğrudan doğruya durgunluk eşiği olarak kabul ediliyor. Geçen seneki büyüme rakamının yüzde 2,9 olduğunu düşünürsek salgının dünya ekonomisi üzerindeki olumsuz etkisine kısa sürede çözüm bulunmayacaktır. Ekonomik krizle birlikte batacak binlerce şirket, işsiz kalacak milyonlar bu sürecin can yakıcı şekilde hissedilmesine neden olacak.

KAPİTALİZMİN SONU MU?

Dünya ekonomisinin 2008 yılında girmiş olduğu kriz, yapısal bir hal almışken bu salgınla daha da derinleşti. Bu durum kimilerine göre kapitalizmin çöküşüne kimilerine göre de küreselleşmenin sonuna işaret ediyor. Siyasal olarak “Ya barbarlık ya sosyalizm” sloganının “Ya ölüm ya sosyalizm” olarak değişime uğradığı dile getiriliyor. Peki, bunlar doğru mu? Tüm bu sorulara cevap bulmak için dünya ekonomisini daha tarihsel bir bakış açısıyla değerlendirmeliyiz.

Aslında 2008 krizinin başlangıcını 1970’lerde merkez ekonomilerde yaşanan reel üretici sektörlerde kâr oranlarının düşmesi ve talebin gerilemesi olarak alabiliriz. Kapitalizm, krizden çıkışı finansal serbestleştirme ile aşmaya çalışmıştı. Finansal piyasalar serbestleştirilir ise tasarruflar artacak, yatırımlar hızlanacak ve sürekli büyüme temposu yakalanmış olacaktı. Ancak finans sermayesi serbestleşip balonlaşırken sabit sermaye, yani üretken sermaye yatırımları geriledi.

Ücretliler parçalanmış işgücü piyasalarındaki güvencesiz istihdam biçimleriyle yoksullaştı.

Küresel finansal varlıkların değerleri ise sadece gelişmiş ülkelerin merkez bankalarının uyguladıkları parasal genişleme politikaları sayesinde korunabilmiş ve dünya neredeyse 0 faizli, ucuz likiditeye boğulmuştur. Finansal fonların, sabit sermaye yatırımları yerine giderek daha riskli ve spekülatif nitelikli finansal işlemlere kaymasına neden olmuştur. Bunun yansıması olarak, finansal balonlaşmanın sonucu küresel borçlanma artmıştır. 2008 krizinden önce 152 trilyon dolar olan küresel borç stoku on yıl içerisinde 240 trilyon dolara çıkmış, dünya milli gelirler toplamının da neredeyse üç misline ulaşmıştır.

NASIL BAŞA ÇIKACAKLAR?

IMF 1 trilyon dolarlık kredi limitini aktif hale getirdi. ABD ekonomiye 2 trilyon dolar aktarılması kararı aldı. Almanya 550 milyar, İspanya 200 milyar, Fransa 300 milyar avro ile desteğe başladı. Türkiye 100 milyar TL’de kaldı. Bununla birlikte atlanılmaması gereken bir başka nokta ABD’nin 2 trilyon olarak açıklanan paketin yalnızca 500 milyar dolarının doğrudan hane halkına yönelik olmasıdır. Yaklaşık 900 milyar doları büyük ve küçük işletmelere, 130 milyar doları hastanelere, geri kalanı ise eyalet hükümetlerine ayrılmıştır. FED geçen hafta içerisinde beklenmedik bir şekilde politika faizini yüzde 0 olarak açıkladı. İngiltere Para Politikası Komitesi, Ağustos 2016'dan bu yana ilk kez faiz indirimine giderek oranı yüzde 0,75'ten 0,25'e çekti.
Aslında kapitalizm küreselleşme sürecinde olduğu gibi 1970 yılından beri uyguladığı müdahale biçimlerinden farklı bir şey yapmayıp merkez bankalarınca yürütülecek parasal genişleme yoluyla ucuz krediye dayalı talep desteği sunmakla yetindi.

Bu para politikası daha öncesi gibi dünyada varlık fiyatlarının çöküntüye uğramasına, borç düzeyinin katlanarak artmasına neden olacaktır. Finansal sistem üzerinden bol kredi ve daha da yoğun borçlanmaya dayalı tüketim üzerinden sorunu çözmeye çalışılıyor. Bu yönüyle küreselleşme politikalarından bir uzaklaşma söz konusu değildir. Yine maliye politikaları değil para politikaları tercih edilmiştir.

Mevcut korona krizini aşmak üzere Bernie Sanders ve Jeremy Corbyn’in ekonomi politikalarında olan servet vergisini devreye sokulması tartışılır olmaktan çok uzak. Küreselleşme sürecinde yaşanan her kriz sonrası bir çeşit kısıtlama enstrümanı olarak eşitsizliklerin giderilmesi için önerilen vergilendirme talepleri hayata geçirilmedi. Her seferinde küreselleşmenin sonu ilan edilmiş ve vergilendirme ile finansal hareketlerin kısıtlanması beklenmişti. Ancak 2001 krizi sonrası Tobin Vergisi, 2008 finansal krizi sonrasında ise 'Finansal İşlem Vergisi' taleplerini, tartışmalarını ve akıbetlerini unutmamak gerek. 2008 krizi öncesi ve sonrasındaki ekonomi politikaları arasında bir değişim yok. Neoliberalizmden vazgeçilmesinden ziyade, onun yoğunlaştırılması söz konusu oldu. Sonuç olarak, küreselleşme döneminde kapitalizmin salgın sonrası derinleşecek krize ilişkin mücadele yöntemi yine parasal politikalarla sınırlıdır. Başka türlüsünü beklemek gerçekçi olmayacaktır.

KORONA VE SİYASAL SİSTEM

2008 krizi sonrasında otoriter neoliberalizm olarak adlandırdığımız dönem başladı. Devlet neoliberalizmin gereksinimlerinin fonksiyonel bir türevi olarak hareket etti ve siyasal müdahalelerde bulundu. Banka ve diğer mali kuruluşlara yardım yaptı ve batan şirketleri kurtardı. Otoriter neoliberalizm hegemonyasını sürdürmek için direnişi ve hoşnutsuzluğu etkisizleştirecek anlaşma, taviz ve orta yol bulma gibi politikaları tercih etmedi. Yaygın devlet müdahaleleri hükümetler ve parlamentolar aracılığıyla tahakküm altındaki sınıfları açıkça dışladı.

Özellikle yasa ve düzen, 'daha fazla polis, daha ağır cezalar, daha iyi aile disiplini, manevi değerler' sosyal çözülmenin belirtisi olarak suç oranının artması gibi konularda görünür olurken halkı kanunsuzluğun patlak vermesi sonucunda normlarını korumak için bir otoriteye ihtiyaç olduğu fikrinde birleştirmeyi amaçlar. Kasım 2011 tarihinde New York’taki Zucotti Parkı’nın temizlenmesi, Gezi eylemi, Fransa’daki sarı yelekliler, Almanya’daki anarşist eylemlerinde yaşanan polis şiddeti bu kapsamda değerlendirilmeli.

Otoriter neoliberalizm döneminde yabancı düşmanlığının artması ve daha keskin bir göç karşıtlığının gelişmesi tesadüf değildir. Trump, Putin, Boris Johnson, Viktor Orbán, Jair Bolsonaro, Erdoğan gibi otoriter devlet yöneticilerinin olması da tesadüf değildir.

Ulusal devletler, küresel ölçekte gerçekleşen salgında kendi imkânları ile mücadele etmek zorunda kaldı. Bu süreçte ulusal devletin etkinliğinin arttığı söylenebilir. Salgının görüldüğü tüm ülkelerde sokağa çıkma yasakları uygulanarak sokakların boşaltılması, orduların kentlere girmesi, sınırların kapatılması ile nüfus kilit altına alınarak kalıcı gözetim altında yaşamaya mahkum edildi. Salgın boyunca ulusal devletin güvenlikçi politikaları son derece yaygın ve şiddetli kullanıldı.

Çin, Güney Kore, Singapur, Tayvan, gibi otoriter devletlerle birlikte ABD, İngiltere, İtalya, İspanya ve Danimarka gibi merkez ülkelerde de benzer gelişmeler yaşandı, yaşanıyor. Liberalizm kriz anında sığınacak liman olarak devleti gördü. Devletin otoriter ve baskıcı yönüne sığındı.
Yaşanan küreselleşme sürecine ve krizlere özellikle yeni milliyetçi sağdan tepkiler geliyor. Batıda popülist, korumacı, yabancı düşmanı ve göçmen karşıtı yeni sağ politikalar ve otoriter liderler iktidara geliyor. Sol bu süreçte tüm ülkelerde gerilemekte. Sol partiler sağ çizgilere kayarken kapitalizme karşı sosyal devleti güçlendirmek isteyen, bu nedenle vergi sistemi üzerinde duran yaklaşımları savunan Corbyn, İngiltere’de seçimi kazanamadı; ABD’de ise demokrat parti adaylarıyla ilgili oylamalarda Sanders, Biden karşısında tutunamadı. Korona salgınıyla devletin etkinliğinin artması, sınırların kapatılması ve korumacı politikalar muhtemeldir ki ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve göçmen karşıtlığını artıracaktır. Yeni milliyetçi sağın ve otoriter popülist liderlerin yükselişi artarak devam edecektir.

salgin-dunyayi-degistirir-mi-719081-1.
Yaşanılan veya yaşanacak salgından ancak köklü ekonomik ve siyasal değişiklerle baş edebiliriz. Bu nedenle bütünlüklü, kamusal üretimi öne alan, planlamanın etkin kullanıldığı, doğaya ve iklim değişikliklerine duyarlı, sürdürülebilir kalkınmanın hedeflendiği, özgürlükçü ve eşitlikçi bir karşı tahayyül tasarlamalıyız.


SOL NE YAPACAK?

Kapitalizmin krizleri önemli ekonomik ve siyasal sonuçlar doğuruyor. Ancak krizden çıkışın ya da yeni birikim rejiminin nasıl olacağı siyasal güç dengelerinin hangi sınıftan yana olduğu belirlemektedir. 1929 krizi sonrası liberalizmden Keynesçiliğe, 1970’lerdeki kriz sonrası Keynesçilikten neoliberalizme geçiş yaşandı. Hiçbir birikim rejimindeki değişiklikler kendiliğinden yaşanmadı. 1929 krizi sonrası yükselen sınıf mücadelesi, güçlü sendikal hareketler ve 'sosyalizm' tehdidi, işçi sınıfı lehine sosyal devlet politikalarının etkin olduğu Keynesçilikle sonuçlanırken 1970’lerdeki kriz sonrasında ise sınıf mücadelesinin gerilemesi, sosyal hakların gerilemesi ve reel sosyalizmin yıkılmasının etkisiyle neoliberal politikalar gerçekleşti.
Öncelikle bu salgın, bir gerçeği çırılçıplak ortaya çıkarmıştır. Sağlık sisteminin piyasanın inisiyatifine bırakılamayacağı ve devletin daha etkin olarak insan merkezli bir biçimde kullanılması gerektiği tartışmasız bir zorunluluktur. Bu durum, sağlık hizmetinin kamusal olarak tüm yurttaşlara eşit ve parasız sunulan, vergi gelirleriyle finanse edilen bir yurttaşlık hakkı olduğunu açık seçik göstermiştir. Eşitlik, dayanışma, paylaşma, kolektif haklar, kamuculuk, demokratik planlama gibi sola ait kavramlar daha öne çıkarılacak politikalar ve talepler oluşturulmalıdır. Devlet planlaması, kamuculuk, sosyal dayanışma, sosyal devlet tarihin tozlu raflarından çıkmalıdır. Gelişen yeni sağ ve otoriter devlet yönetimlere karşı, özgürlük, eşitlik ve sosyalizm bayrağını yükseltecek bir politik mücadele yürütülmelidir.

Yaşanılan veya yaşanacak salgından ancak köklü ekonomik ve siyasal değişiklerle baş edebiliriz. Bu nedenle bütünlüklü, kamusal üretimi öne alan, planlamanın etkin kullanıldığı, doğaya ve iklim değişikliklerine duyarlı, sürdürülebilir kalkınmanın hedeflendiği, özgürlükçü ve eşitlikçi bir karşı tahayyül tasarlamalıyız.