Bombalar patlar, insanlar ölürken kendi dünyana çekilip, yazıya kapılıp gitmek mümkün mü? Kimi yazar tek işinin yazmak olduğunda diretir. Bana bu bahane gibi gelir

Roman yazmaya koyulmadan önce türlü hazırlıklar yaparsınız. Çoğu zaman bu hazırlık sürecinin farkında olmazsınız bile. Elbet uyku düzeni, yeme içme halleri, iklim dengesi yazarı etkiler ama esas belirleyici olan yaratım sürecine ne tür okumaların katıldığıdır. Ben kendi payıma yeni romanı yazarken Oktay Rifat şiirine ayrı bir düşkün oldum. Şairin son dönem yaratısı alabildiğine felsefeye, bilinç dışı özgürlüğe dayalı… Sanırım zorlu bir kurmaca sürecinde ben de bu yöntemden besleniyor, romana taşıyorum!

Uzun yıllar önce yayımlanan ve nedense hep ertelediğim bir okuma Patrick Süskind’in “Koku” romanı oldu. Tuhaf bir duygu ya da sezi mi denir, sanki bu romanı yazma sürecime denk getirmişim “Koku”yu. Ne okuyacağımı biliyor gibiydim. Yanılmadım. Daha doğumundan lanetli, ömrünün sonuna dek de bunu üzerinde taşıyan Jean-Baptiste Grenouille’nin öyküsü. Dünyanın tüm kokularına derin hassas burnu olan adam, bir tek kendi kokusunu alamıyor. Anlıyoruz ki, tüm yaşantısını kendine özgü, ona saygı duyulmasını sağlayacak bir koku için harcıyor. Parfümcü çıraklığı edip, bu işin nasıl yapıldığını öğrendikten sonra, yarattığı karışımlarla insanları biçimlendiriyor, etkiliyor. Kendine özgü bir koku edinmek için de ardı ardına genç ve güzel kız cinayetleri işliyor. Kalanı “Koku” da…

Beni ilgilendiren neydi ya da aradığım?

salgin-kotuluk-caginda-roman-yazmak-155820-1.

Grenouille insani herhangi bir duygu taşımayan biri, sadece kokulara hassas ve bencilce her tür vahşi cinayeti işliyor. Acı çekmiyor. Ama toplum, benzersiz duyusu karşısında diz çekiyor, boyun eğiyor. Tam da içinden geçtiğimiz bu bataklık günlerinin öyküsü bu. Benim iç içe geçen kahramanlarım tamamen farklı bağlamda bunu yaşıyor. Demek koku başka boyutta bana izlek olmuş. Diyeceğim; bir romanı biçimlendirirken, ilginç bir yol arkadaşı oldu “Koku”!

Adolf Eichmann Nazi Almanya’sının nihai çözüm için tasarlanan projesinin başındadır. Bir bürokrattır ve devletinin, milletinin iyiliği için aldığı emirleri sorgulamadan uygular. İsrail’de hâkim karşısına çıktığında neden yargılandığını bile anlamaz. Yahudileri soykırıma gönderirken görev bilincinde olduğu için, ne tür bir suç işlediğini anlayamaz. Peki, Adolf Eichmann vahşi, sapkın, cani biri miydi? Hannah Arendt bu sorunun yanıtını alışkanlık edindiğimiz yönün tersine veriyor. “Kötülüğün Sıradanlığı” kavramını ortaya atıyor. Sokaktaki herhangi birinin dürtüsü, duygusu, düşüncesi ile bu adamın ki aynı. Yani toplum yaygın bir kötülüğün üzerine inşa edilmiş.

Roman yazma sürecimin ikinci durağı Arendt oldu. Bir süredir “Salgın kötülük” kavramını yazıyorum. Esinlendiğim kaynak Arendt’in tarifi. Başka bir kavramsallaştırma da hepimizin bildiği “Sıradan Faşizm” geleneksel anlatı sınırlarını farklı ülkelerin başka kültürlerde yazarları genişletmek için zorluyor. Sanırım ben de kendi dilimi, akan düz zamanı bozarak kuruyorum. Elimin altında Selçuk Baran’ın “Bir Solgun Adam”ı var.

salgin-kotuluk-caginda-roman-yazmak-155821-1.Bir kadının kaleminden çıkan erkek kahraman ilgi çekici… Selçuk Baran’ın yolculuğu sessiz, kıyıda, ilgi çekçi olmuştu hep. Yanılmadım. Gürültüsüz yazdığı için, göze sokmadan yapıtını, kendince kimliğini koruduğu için öne çıkmadı. Günlük yaşamını toptan değiştirmeye karar veren ve bunu satır satır defterine işleyen bir adamın tuhaf öyküsü. “Solgun” sözcüğü ne güzel denk düşüyor bu tarife. Tanıdığım bir yazardan, umduğum bir kurgu. Şimdi biri çıkıp “Neden bildiğin metinlerin peşine düşüyorsun?” diye sorabilir. Söyleyeyim…

Romancı yazım sürecinde dalgalı, fırtınalı bir süreci yaşar. Kendini büyük saydığı anlar olduğu gibi, saçmaladığını, beyhude bir işe kapıldığını düşündüğü de olur. Yazma teknikleri, zamanı kullanma biçimleri farklı olsa da, romancılar işçidirler. Uzun bir yolculukta görev aldıklarını bilirler. Kimi zaman kendilerini amansız eleştirmek, çoğu zaman da başka romancılarla sağlamalarını yapmak için kimi yapıtları okurlar. Tehlikeli olansa, okumaya kapılıp, yazmayı unutmaktır.

Romanı kurma sürecinde bu türden bir serüveni de yaşarken, bir yandan da neredeyse ezbere bildiğimiz metinlere de döneriz. Leyla Erbil bu roman için bana bu tür bir yoldaş. Emek isteyen metinlerin yazarı Erbil. Şiiri, siyaseti, zihnin sınırlarını bilmek; rüyalardan, masallardan ve hakikatten korkmamak gerek Erbil’i okurken. Bir de, ilginin diri olması gereklidir okur açısından kurguyu kavramak için. Metnin içinde dolanan tınıyı yerli yerinde sezmek kolay olmaz. Anlam, duygu bu bütünlükle gelişir. Okura çok iş düşer. Erbil’den “Tuhaf Bir Kadın”, “Tuhaf Bir Erkek”, “Üç Başlı Ejderha” başucumda duruyor.

Roman yazma sürecimin tipik aşamaları olduğunu iyice fark ettim. Yüksek heves ve arzuyla başladığım süreç, yerini soluklanma molasına bırakıyor, eğer bundan kurtulamazsam derin bir yabancılık ve hüsran. Yok, direnir de kurguma sahip çıkarsam, mutlu sona ulaşıyorum. Bunu bildiğimden, yazma sürecimi de notlar halinde kayıt altına alıyorum. Ben zamanında pusula işlevi görecek metinlerden yoksundum. Oysa yazma sürecini okumak, çoğu zaman romandan daha çekici olur. Dünya edebiyatında bunun çok örneği var. Biz yoksunuz bu olanaktan. Oysa bir edebiyatın kök salması için, kuşaklar arası geçişlerin bu türden bağlara ihtiyacı var.

Romancı için günlük yaşam ve güncel olanla başa çıkmak ayrı sorun. Faşizmin kökleştiği, uygulamaların artık dayanılmaz hale geldiği dönemde, kafayı kuma gömmek mümkün değil. Eskiden sabah gazete okur, akşam haber izlerdik, dünyadan haberimiz oldu sanırdık. Oysa şimdi sosyal medya denen bela/olanak hepimizi esir ediyor. Bombalar patlar, insanlar ölürken, kendi dünyana çekilip, yazıya kapılıp gitmek mümkün mü? Kimi yazar tek işinin yazmak olduğunda diretir. Bana bu bahane gibi gelir. Faşizmin yaygın, sıradan, salgın olduğu şu günlerde hem bununla dövüşmek yazarın görevidir, hem de yapıtını bunun üstüne kurmak.

Kötülüğün sınırları/sınırsızlığı üstüne hem okuyor, hem de ülkeme bakarak tanıklık ediyorum. Roman adı konmamış, tarifi pek mümkün olmayan bir umudu yeşertir. İnsan, eğer okumaya mecali varsa, yaşamını anlamlı kılmanın biricik yolunu bulmuş olur. Öte yandan, kötülüğün öyküsünde bile, insanlığı aydınlığa taşıyacak yolun ipuçları vardır. Şiir, deneme, felsefe yeni kurulan roman dilinin yapıtaşları. Hoş, tuhaf bir keşmekeş içinden yazı dünyası da payına düşeni alıyor, o ayrı.

Romancının zamanı bir tuhaf akar. Yanında bulunmak güç, sıkıcı ve yakıcı olabilir. Öte taraftan, bu günlerde tüm ömrünü yedi ciltlik eseri “Kayıp Zamanın İzinde” için sürdüren Proust aklımın bir yanında. Sahiden, iyi bir roman yazmaktan öte, yaşamın ne anlamı olabilir ki? İtiraf etmeliyim, iyi romanlar okumak belki… Sadece bu…