Doç. Dr. Acar Kutay, salgın ile birlikte neoliberalizmin meşruiyet krizine düşmesinin beklendiğini ancak onun esnek, değişken ve tıpkı virüs gibi kendini yeniden üretebilen bir ideoloji olması nedeniyle, neoliberal politikaların sonunun geldiğini söylemenin erken olduğunu vurguladı

Salgın sonrası bizi daha iyi bir düzen beklemiyor

Namık ALKAN

Koronavirüs nedeniyle üretimin yavaşlaması, yıl sonu büyüme beklentilerinin daralması ve tüm dünyayı bekleyen ekonomik kriz ile beraber ‘neoliberalizmin sonu mu?’ geliyor sorusu akıllara geldi. Salgın sonrasında daha iyi bir dünyanın bizleri beklemeyeceğini kaydeden Doç. Dr. Kutay, çoğumuzun borç içinde olacağını ve devletlerin salgın sonrasında kemer sıkma politikalarına dönerek, ekonomik krizin yükünü emekçi sınıflara yüklemeye çalışacağını anlattı. Siyaset Bilimci Doç. Dr. Acar Kutay, BirGün’ün sorularını yanıtladı.

salgin-sonrasi-bizi-daha-iyi-bir-duzen-beklemiyor-718600-1.Koronavirüs salgını Türkiye’deki siyasi ortamı ve hükümetin bundan sonraki uygulamalarını nasıl etkiler?

Salgın sonrasında kriz yönetiminin bu kez ekonomik seferberlik söylemi ile devam edeceğini düşünsem de bu konuyu ekonomistlere bırakmayı tercih ediyorum. Benim dikkat çekmek isteğimi husus salgın AKP içinden kopan siyasi hareketlerin gelişmesi ve tabana yayılmasını şimdilik erteledi. Bu hareketlerin bu süreç içerisindeki tutumlarının belirsizliği salgın sonrasında bu hareketlerin akıbetini de gittikçe belirsizleştiriyor. Öte yandan, muhalefete ait belediyelerin uyguladıkları sosyal ve ekonomik tedbirlerle krizi iyi yönettiklerini gördük. Tahminim şu ki; sosyal devletin kıymetinin anlaşılması ve sosyal ve ekonomik adalet vurguları, önümüzdeki dönemde siyasetin dilini şekillendirecek.

Koranavirüs salgını dünya siyasi sistemini nasıl etkiler? Salgın bittiğinde bizi nasıl bir dünya bekliyor? Her şey kaldığı yerden devam mı edecek, yoksa köklü değişiklikler bekliyor musunuz?

Kısa vadede;küreselleşmenin getirdiği sorunları, Avrupa Birliği de dahil ulus-ötesi kurum ve işbirliklerinin geleceğini tartışacağız. Aynı zamanda, salgına karşı mücadele alanı ulus-devlet olarak belirlendiğinden, devlet otoritesi ve fonksiyonları çok tartışıldı ve tartışılmaya devam edecek. Şimdilik, devletlerin salgın yönetimin de başarısız oldukları durumlarda bile güven tazelediklerini gördük. Mesela, neredeyse hiç bir dayanağı olmadığı halde Trump gibi liderlere verilen destek arttı.

Şu aşamada dünya sisteminin geleceği ile öngörüde bulunmak mümkün görünmese de gelecek ile ilgili bir tartışma açmak önemli.Yeni bir dünya kurma ihtimalinin düşünülmesi ve konuşulmasını dahi önemli buluyorum. Salgın sonrasında daha iyi bir dünya çok büyük bir ihtimalle bizleri beklemeyecek. Çoğumuz borç içinde olacağız ve devletlerin salgın sonrasında kemer sıkma politikalarına dönerek, ekonomik krizin yükünü emekçi sınıflara yükleme ihtimali çok yüksek. Köklü değişikliklerin ancakbir çöküş sonrası mümkün olduğunu düşünüyorum. Bu da salgının ne kadar süreceğine bağlı.

Yurttaşların devletlerden ve uluslararası örgütlerden talebi ne olabilir? Yani siyasetin yukarıdan tanzim edeceği bir yeni yapılanma mı, aşağıdan yukarıya yükselecek talepler mi önümüzdeki süreçte etkili olabilir?

Ben çevreci hareketin daha da güçleneceğini düşünüyorum. Çevreci hareketleri şu açıdan önemsiyorum. Çevreci hareketler acil ve ciddi önlemler alınmazsa çok büyük krizlerle karşılaşacağımızı çok uzun süredir haykırıyordu. Çevreci hareketin neoliberal hegemonyaya karşı diğer sosyal hareketler ile buluşması önemli. Birçok devlet aslında çevreci söylemi dikkate aldı ve toplumların çevre konusunda daha duyarlı olduğunun farkına vardı. Ancak; ulus-devletler bu konuda kendi başlarına hareket edemezler. Ulus-ötesi koordinasyonun en gerekli olduğu yerlerden birisi de kamu sağlığı ile birlikte çevre. Unutmadan ilave edelim,neoliberalizmin yeşil enerji gibi alanlarda daha yeşilci bir formda kendini yeniden ürettiği bir süreci de görüyoruz.

Bu arada, salgın öncesindeki populist, göçmen karşıtı tutumların da salgın sonrasında devam edebileceğini tahmin edebiliriz. Salgına karşı her devlet sınırlarını dışa kapatıp mücadele ederken,milliyetçiler ve populistler için bulunmaz bir fırsat verdi. Aşırı sağ gruplar ve popülistler, sınırların virüs gibi gördükleri göçmen ve mültecilere karşı kapatılmasını zaten savunuyordu. Nitekim, filozof Roberto Esposito’nun bir sorun olarak gördüğü ve aşmaya çalıştığı, topluluğun (communitas) bir dış tehlikeye karşı muafiyet, bağışıklık alanı (immunitas) olarak tanımlanması sadece aşırı sağa has bir tutum da değil. Özellikle gelişmiş ülkeler kendilerini iç savaş, açlık, susuzluk, göç gibi dünya sorunlarında korunaklı tutmaya çalıştılar. Örnek olarak, Avrupa Birliği göç dalgalarını, Avrupa’ya ulaşmadan Kuzey Afrika ve Türkiye’de kontrol altına almaya çalışıyordu. Salgın sonrasında da ekonomik inşa gereksinimi ortaya atılarak devletler sınırlarını göçmen ve mültecilere kapatmak isteyeceklerdir. Diğer bir ifadeyle, ulus-devlet salgın sonrasında ekonomik krizden muafiyet alanı olarak tanımlanma ihtimali yüksek.

Bu açıdan siyasetin hangi eksen üzerinde tanzim edilmek istendiğini tartışacaksak, insan-doğa ilişkisini tartıştığımız gibi, topluluk gibi temel kavramları da tartışmalıyız.

Daha kamucu, eşitlikçi ve özgürlükçü bir dünya için bu kriz bir fırsat olabilir mi?Kapitalizmin, özel olarak ta neoliberal politikalarınsonuna mı gelindi?

Salgın; 1980’lerden itibaren hakim ideoloji ve siyaset aklı olarak dünya sistemini biçimlendiren neoliberalizmi tartışmaya açtı. Bu şartlar altında neoliberalizm meşruiyet krizine düşmesi beklenir. Ancak; unutmamak gerekir neoliberalizm esnek, değişken ve tıpkı virüs gibi kendini yeniden üretebilen bir ideoloji. Bunu yaparken de muhalif düşünceleri bünyesine alarak ve kendisine adapte ederek hegemonya alanını yeniden üretebiliyor. Sağlık sistemi ve farmaloji araştırmalarında daha kamucu bir yaklaşım yaygınlaşabilir. Fakat, neoliberal politikaların sonu geldi demek için epey erken.Bu arada devletlerin sermayenin zararını üstlenme çabalarını kamuculuk olarak tanımlamak da pek doğru değil. 2008 finansal krizinde de benzer tartışmalar olmuştu ve batık bankaların ve finans kuruluşlarının zararı halka ödettirilmişti.

Kendi uzman alanım dışına çıkarak bir yorum yapmam gerekirse, salgına karşı hazırlanan destek paketleri ekonomiyi kış uykusuna yatırıp salgın sonrasında çarkların kaldığı yerden dönmesini hedefliyor sanki. Bu da salgın sonrasında statükonun devam edeceği ihtimalini güçlendiriyor.

Her halükarda, istisnai durumlarda ve kriz anlarında, egemen ideolojinin sınırlarını çizdiği ‘normal’ siyasi söylemin ötesinde alternatif söylemler yaratarak, statükonun çatlak aldığı yerleri hedef alan eşitlikçi, çoğulcu, erkek egemen kültür karşıtı, çevreci söylemler ve sosyal hareketler dönüştürücü rol oynayabilir. Normal zamanlarda ütopik ya da radikal görünen sosyal adalet ve eşitlik ideallerinin kriz anlarında tartışılıyor olması bize statüko dışında başka bir dünya, daha başka değerler bütününü düşünmek için fırsat sunuyor. Neoliberal politikaların kamu sağlığı üzerindeki yıkıcı etkilerinin görülmesi, kamusal yararın gözetilmesi gereken alanlarda piyasa mantığının egemenliğini sona erdirmek için fırsat veriyor.

Prof. Dr. Aykut Lenger gibi, salgının zaten zayıflamış bulunan post modern dönemi de kesin olarak sona erdirebileceğini ve Slavoj Zizek gibi “komünist tedbirlere kalıcı olarak ihtiyaç olduğunun bilincine” varacağımızı söyleyen görüşler var. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Slavoj Žižek ve post-modernite sorusunu bir arada değerlendirirsem,daha önce de ifade ettiğim gibi salgın mevcut siyasetsizleşme, siyaset edememe, siyasetin kilitlenmesini aşmadaetkin olabilir. Neoliberal dönemde siyaset, sınıf çatışması da dahil olmak üzere toplumlardaki ayrışmaları elimine eden, toplumuteknokratik yönetimler altında ekonomik mantığa göre idare eden bir durumaindirgendi. Bu durum siyasetsizleşmeye neden oldu, çünkü bir yandan kamusal alan farklı, aykırı düşünce ve gruplara kapandığı, diğer yandan da devlet ve kişilerin bir şirket gibi düşünüldüğü, devlet ve kişilerin bir şirket gibi yönetildiği bir süreçle karşı karşıyayız. Kısaca açacak olursam, bu süreçte sadece devletler değil, kişiler de kendilerini sonuç odaklı, rekabetçi unsurlarpiyasaya hazırlamak zorunda. Bu durumdaneoliberal siyasal akıl siyaset edebilmeyi kilitliyor. Kilitliyor çünkü, siyaset etme şirket yönetmeye ve proje yönetimine benzeştiğinden, müzakereci ve farklı siyasi projelerin bir birbiriyle rekabet ettiği çoğulcu bir demokrasi imkânını düşünemiyoruz. Aksine, siyaset performans göstergeleri, istatistikler ve metrik değerlendirmelere indirgeniyor. Wendy Brown’un da iddia ettiği gibi neoliberal siyaset aklının bu etkisiyle mücadele etmezsek demokrasi ve siyasal eşitliği tartışabileceğimiz bir düzlem de elimizde kalmayacak. Bu nasıl olacak? Aklıma ilk gelen, rekabetçilik yerine dayanışmayı, riski bireyselleştiren neoliberal yaklaşımı dönüştürmek.

Prof.Daron Acemoğlu, Çin’in “otoriter yöntemlerle” salgın artış hızını azaltmayı başardığını, Singapur, Tayvan, Japonya ve Güney Kore gibi ülkelerin ise otoriterliğe kaymadan başarılı sosyal ve ekonomik tedbirlerle krizi yönetebildiğini savundu.Salgını otoriter ve demokratik ülkelerin geleceği açısından nasıl yorumlamak gerekir

Çin salgın hızını azaltmayı başardı fakat salgının dünyaya yayılmasında da hatalı olduğu ve salgın başında şeffaf olmadığı belirtiliyor. Otoriter yöntemlere gelince, salgın yönetimi ne yazık ki sokağa çıkma yasağı ve ya sınırlandırılması gibi özgürlükleri kısıtlayıcı önlemler gerektiriyor. Böyle bir durumda libertaryen özgürlük anlayışıyla, ben yasak takmam ve özgürlüklerim doğrultusunda sokağa da çıkarım, koşuya da giderim demenin kamu sağlığı açısından yıkıcı etkileri var. Hatta yasaklarınTürkiye dahil birçok ülkede devlet dışı aktörler tarafından talep edildiğini gördük. Bazı yazarlar bu durumu demokratik biyo-politika olarak tanımladı.

Öte yandan, otoriter yönetimlerin kriz ve istisnai durumları daha başarılı yönettiğine dair bir mit var. Bunun bir kanıtı yok. Aksine; savaşları kaybeden ve ülkeleri felaketin eşiğine getiren ülkeler diktatörlükler, otoriter rejimler. Demokrasilerin krizlere otoriter sistemlerden daha yavaş müdahale ettiği düşünülüyor. Bunun nedeni, demokrasiler belirli prosedürlere uymak zorunda ve demokratik toplumların önemli kararları alırken toplumsal müzakere ortamı yaratması bekleniyor. Demokrasiler daha yavaş hareket etse de uzun dönemde kriz yönetimi için gerekli çok önemli özellikleri var. Bunlar; şeffaflık, bağımsız medya ve katılımcılık. Salgın sürecinde ise demokrasiler bir yandan çok geç kaldı, bazı demokrasiler de ekonomi çarklarının dönmesini tercih etti, ki sürü bağışıklıkları gibi tezler bu dönemde dile getirildi. Burada sorunun demokrasiden ziyade ekonomik aklın dayatmasından ve gelişmiş ülkelerin kendilerini bir salgından muaf görmeye iten biriciklik, istisna olma düşüncelerinden kaynaklandığını düşünüyorum. Gelişmiş ülkeler dünya sorunlarında korunaklı bir fanus içinden bakmaya alışık olduklarından,bazı devletlersalgın kapılarına dayandığında tepki veremediler.