Salgında Öyküler isimli kitabıyla okurla buluşan Necati Tosuner, “Benim yazdıklarımın tümü, yaşadıklarımla hep örtüşür” diyor. Tosuner bu serüveni “Düşsel bir yolculuk” olarak tanımlıyor.

Salgında öyküler: Düşsel bir yolculuk
Fotoğraf: Kadir İncesu

Oğuz ALKAN

60 yılı bulan bir edebiyat yolculuğunun bilançosunu çıkarmak pek de kolay bir iş olmasa gerekir. Gelir ve gider, girdi ve çıktı, kâr ve zarar: Bilanço kesinlik ister. Bana kalırsa hayat, biraz da bu kesinliklerle ve aritmetikle olan kavganın adıdır. Sanat da bu kavgaya şu ya da bu biçimde aracılık eder.

Necati Tosuner’in bu uzun yolculuğunun son ürünü Salgında Öyküleri konuşmak için onun Bostancıdaki evinde bir araya geldik. Zamanın ruhundan, diğer eserlerinden söz ettik; çocukluğa, yalnızlığa, güzelliğe ve başka birçok şeye değindik.

Geçen sefer sizi ziyarete geldiğimde, Öykü romandan çok şiire benzer, ona yakın durur. demiştik. Kitapta da genelde böyle bir üslubu tercih ettiğinizi gördüm, düşündüm

Şimdi burada şiirsel bazı yerler bulmak mümkün. Hatta bazı yerleri dize gibi kesip alt alta yazarsan biçimsel olarak da şiir gibi gözükebilir. Başlıklarda bile değişik bir şey yapmaya çalıştım... Necati Tosuner’in onuncu kitabı önceki kitaplarına benzemesin, benzeyecekse de dil özeniyle benzesin istedim.
Tekrarın tekrarını yazmanın en kötü dönemi de yaşlılık dönemidir. Yaşlıyken dönersin eskiye...

Diğer yandan ben bu kitapta çocuklukla ilgili şeyler yazdım. Salgın bir metafor olarak kullanılıyor ve güya yeni algoritmaya göre bayramda (bayram geldi o tarihte) kız çocukları babalarına, erkek çocukları da annelerine gidiyor bayramlaşmaya ki onlar ölmüşler falan... E Almanya’dakiler nasıl gelecek, onların algoritması farklı?

Daha önceden hiç yapmadığım bazı şeyler de ortaya çıktı yazdıkça. “Annenizi hiç böyle anlatmamıştınız” dedi birisi bana, beni yazdıklarımla tanıyan bir üniversiteli, benimle ilgili bir kitap yazmıştı. Kamburum söz konusu olduğunda insanlar hep annemi sorgular. Onu ayrı tutmaya çalıştım. Kadının ne suçu olabilirdi? O dakikada doktora yetiştirmek konusu... Ev yapısı, dünyanın yapısı, Türkiye’nin yapısı, babamın evinin hali, büyükannem falan... Bir sürü başka şeyler var yani. O yüzden o konulara girmedim.

Ama hissediliyor. Çocukluğa dair de anlatılar var

E çünkü insanlar evlerine kapanınca, daha önce hiç düşünmedikleri şeyleri düşünmeye başladılar. Bulmaca çözmek yetti! Pencerenin önünde durup kimsenin gelmeyeceğini bildikleri halde, sana söyledim ya, sanki bayram şekeri reklamı çekiliyor gibi, pencereden dışarıya bakıp durdular. Değişik bir durumdu.

Onu yapmayan da ayakkabılarını boyayıp düşsel bir yolculuğa hazırlanıyordu diyorsunuz kitabınızda...

Yani, evet... Düşsel bir yolculuk.

O cümle kritikti bence. Hem estetik olarak, hem de benim kitaptaki izlenimimi pekiştiren bir cümle olarak. Evde kalma hali, hareketsizlik... Öykülerin şiirselliğinin de bununla ilgili olduğunu düşünüyorum

Şu önemli bir şey benim için: Bir yer geliyor ve kitap pat diye bitiyor. E ama salgın devam ediyor. Yazar kitabı neden orada bitirdi? Çünkü her şey tekrar etmeye başladı ve kötüsüne tekrar etmeye başladı. Her gün bir Kore Savaşı’ndaki kadar insan ölmeye başladı, kimsenin umurunda olmadı. Günde 2500 kişi ölüyordu ki o rakamlar da doğruysa...

Ölümleri değil de güzellik üzerine konuşalım istiyorum. Bir öykünüzde ille de aradığım hep güzellik yazmışsınız. Güzelliğin de çocuklukla özdeşleştirildiği anlatılarla karşılaştım kitap boyunca

Çocuk, “iyi” kavramını bilmez, “güzel” kavramını bilir. Yani çocuğa “bu iyi olmadı” demek yerine “bu güzel olmadı demek” onla daha ortak bir dil kurmaktır. İyi’de faydacı bir yan var. Güzel onu da kapsıyor ve aşıyor. Başka bir unsur da katıyor. Yani iyinin rengi yoktur. Güzelin bir rengi vardır. Bir şeyi güzel bulursak orada bir renk de buluruz. O yüzden çocuklara satılan şeylerde bir yere mutlaka bir renk; pembe, kırmızı bir şey koyulur.

Güzel oldu böyle. Bu yaklaşımı anlamak önemliydi benim açımdan. Bu benim kitaba dair ana sorunlarımdan biriydi. Kitabın sorunu muydu bilmiyorum

Olabilir. Bu kitap tek bir okur ya da tek bir anlayış için yazılmıyor. Zaten oradaki anlatının temel kaygılarından birisi bu. Okuru da dahil etmek. Okurun da kafa olarak anlatının içine girmesi.

Az önce değinmiş olduk. Kaba bir sınıflandırmaya tabi tutarsak okuduklarımız durum öyküsüne daha yakın duruyor. Bu, öykülerin salgın durumunda yazılmış olmasıyla mı ilgili?

Benim yazdıklarımın tümü, yaşadıklarımla hep örtüşür. Kitaplarım da yazdığım yaşlar ile örtüşür. Yani ben böyle bir kitabı, pandemide 40 yaşımda olsaydım yazamazdım. Bugünün aklı, terazisi, süzgeciyle yazılan bir kitap.

Bazı öykülerim vardır, bir olayı anlatır. Hatta bazı olaylarda, olay öyküleşsin diye bazı unsurları ayırırım. Yani şu masada bir olay yaşandığında beş kişiysek, onu yazdığımda kişileri ikiye, üçe indirdiğimde daha iyi bir öykü olduğuna inanıyorsam bunu yaparım... Ne oldu? Gerçekliği değiştirdim. Yaşadığım bir şeyi, yaşamadığım bir kalıba dökmüş oldum yani. O yüzden, nehir söyleşi diye bir şey var ya, o teklif geldiğinde kabul etmiyorum.

Kitaplarımı okusanız yeter diyorsunuz yani

Evet, onlarda var. Ben şimdi onlara geri dönüp, orada aslında beş kişiyiz de ben onu üçe indirdim durumuna düşmek istemiyorum. Sonra, olaydan esinlenirsin de finalini değiştirebilirsin. Daha çarpıcı bir final bulursun. Ya da finali göstermezsin, kesersin, onu okuyana bırakırsın.

Bir de belirli bir anı işlediğim öyküler var. Hatta ben onlara bir isim koydum: Enseye vurup kaçan öyküler. Hani enseye vurup kaçarlar ya çocuklar, onun gibi.

Çok kısa öyküler var bir de. Kısacık bir şeyi anlatan, ama etkileyici bir şeyi anlatan, vay be dedirten. Olaya gelirsek... Sen ve Kendin diye bir roman yazdım, bir arkadaş “Yahu bunda olay yok” dedi. “Olay yok ne demek!” dedim ben de. Orada anlatılan adam oksijen makinesinin hortumunu takmış, yatıyor. Rüyasında hortum içine kaçıyor, bütün kılcal damarlara yayılıyor. Ter içinde uyanıyor adam. Şimdi bu olay değil mi? Bundan büyük olay var mı? Yani olaydan anlaşılan şey de farklı.

Yine de benimki kaba bir sınıflandırmaydı

Yok ama dediğin doğru. Okuduğun şeylerde, iki kitapta da, yani hem Özgürlük Masalı’nda hem de Salgında Öyküler’de bir olayı derinlemesine işleyen bir yapı yok. Çıkmazdanın, çocukluk dönemini konu eden dolayısıyla da olayların peşpeşe geldiği bir anlatışı var mesela.

Ben bu konu ve Salgında Öyküler ile ilgili bir şey yazacak olsam şöyle derdim: Bu kitapta bir olay var ama olay, kitapta anlatılmıyor. Olay zaten yaşanıyor ve kitap o esnada yazılıyor. Buradan Özgürlük Masalı’na geçebiliriz. Siz enseye vurup giden öyküler dediniz. Özgürlük Masalında Martılar Gülüştüler öykünüz geldi aklıma

Orada bir olay var. Bir kız, evde. Çeşitlendireyim diye bir kız olmasını tercih etmişim onun.

Öyküde bir kız değil de bir erkek olsaydı pek güzel olmazdı sanki?

Hayır... Orada aşk diye cama kelimeyi yazmak...

Sonra da onun üzerine bir çizik attı ama. En son da bir öpücük kondurdu cama

Romantik ama gerçekçi.

Özgürlük Masalı’nda, dedim ya iki kitabı karşılaştırmıyorum ama çok bağlantılar buldum diye....

O benim ilk öykülerde Ankara’dan ayrılıp İstanbul’a gelişim, Yalnızlığa Övgü... Rastlantıdır, bilinçli yapmadım ama ilk kitabımın ilk öyküsü de, son kitabımın ilk öyküsü de yalnızlıktan söz ediyor birader...

Martılar Gülüştüler, Göl Kıyısı, İnsan Sayılmak... Arka arkaya üç öykü de hem yalnızlık hem de öfkeyi barındırıyordu sanki

Öfke var. O zaman Ankara’da bulvara yeni parkeler döşenmişti, yaya kaldırımına, onları kırıyor adam, parkeleri öldürüyor. Üç beş parke mi öldürüyor, bu gidişle hepinizi öldürücem diyor. Bir öfke var ama yalnızlık nedeni yok. Yani adamın kambur olması yok.