Geçen yazımda Covid-19’un sınıfsal karakterini konuyla ilgili bilimsel çalışmaları derleyen Dünya Sağlık Örgütü raporundaki bulgulardan yararlanarak ele almıştım. Açık olarak gördüğümüz salgının yoksullar üzerindeki yıkıcı etkisidir. Buna geçtiğimiz hafta Türkiye’de salgın yönetiminde yaşananlar eklenince, buradaki stratejiye de aynı gözle bakmanın gerekliliği anlaşılıyor. Öyle ya, böylesine sınıfsal özellikleri olan bir salgının sermayenin pervasız iktidarı döneminde nasıl yönetilmesi beklenebilir ki!


Ne oldu? Aşısız ya da eksik aşılı olup şehirlerarası uçak, tren ve otobüs seyahatine çıkacaklardan, sinema, tiyatro, konser gibi kalabalık yerlere girenlerden, Milli Eğitim Bakanlığı okullarında görev yapmakta olan personelden (öğretmen, servis şoförü, temizlik personeli), tüm kamu ve özel işyerlerinde çalışanlardan, kamu ve özel kurumlar tarafından düzenlenen öğrenci kamplarına katılacak kişilerden istenen PCR test zorunluluğu İçişleri Bakanlığı genelgesi ile kaldırıldı. Ertesi gün bunlar içinden sadece uçak yolculuğu için test zorunluluğu tekrar getirildi.

Omikron varyantı nedeniyle salgının kontrolden çıktığı, tüm dünyada tedbirlerin sıkılaştırıldığı, aşıyla ilgili zorunlulukların artırıldığı bir dönemde bu neden yapılır? Kuşkusuz öncesi de var, vaka ayrı hasta ayrı” yaklaşımıyla tıp literatürüne yapılan katkıyı, sayılarda oluşan belirsizliği hatırlayınız.

Uçakta bulaşan, otobüste bulaşmayan virüs

Her ne kadar zaman zaman Koronavirüs Bilim Kurulu kararlarına atıfta bulunulsa da bu düzenlemenin bilimsel bir yanını görmekte zorlanıyoruz. Salgında rekor sayılara ulaşıldığını, ölümlerin arttığını görüyoruz. İstanbul’da haftalık vaka sayısı 100 binde bin 222’ye dayandı. Artan vaka sayılarının özellikle riskli gruplarda hastaneye yatış ve can kayıplarını daha da artıracağından endişe ediliyor. Bilim çevreleri sesini duyuracak muhatap arıyor. İki yıldır salgınla boğuşan sağlık çalışanlarının yorgunluğu artıyor, yurttaşların sağlık hizmetlerine erişimi daha da zorlaşıyor. Salgını sahada durdurmak, filyasyon hizmetlerini artırmak gerekirken buralarda büsbütün geriye düşüldüğü, temaslı takibinin bırakıldığı bir döneme girdik. Bırakın test zorunluluğunu kaldırmayı dünyada yaygın kullanılan güvenilir hızlı antijen testlerinin Türkiye’de de kullanılması öneriliyor, bu konuda da hiç adım atılmıyor.

Salgın baskılanmadığı, bu biçimde kontrolsüz bırakıldığı sürece önemli bir sorun da yeni ve daha tehlikeli varyantların ortaya çıkabilecek olması. Salgının daha da uzamasına neden olacak bu ihtimal tüm dünyada kaygı uyandırıyor.

Sağlığın ihtiyaçları mı ekonominin ihtiyaçları mı?

Salgının başından beri çok yazılıyor, söyleniyor, dünyanın pek çok yerinde salgın yönetiminde ekonomide çarkların dönmesi ihtiyacı sağlık için gerekenlerin önüne geçiyor. Peki çarklar nasıl dönüyor? İnsanlar yeterli koruyucu tedbirlere ulaşamadan, temaslı hatta hasta oldukları halde, kalabalık toplu taşıma araçlarına binerek işe gitmeye, sağlıksız koşullarda çalışmaya zorlanıyorlar. Gevşetilen tedbirler nedeniyle daha çok hastalandıklarında ise sorumluluk tek tek bireylere yükleniyor. Maske-mesafe-temizlik ilkelerine uymadıkları için hastalanmış oluyorlar. Önce en zayıflar işten atılıyor. Artan gıda, elektrik, doğalgaz, taşıma fiyatlarından en çok onlar etkileniyorlar.

Pandemi küresel düzlemde sınıfsal, etnik, coğrafi eşitsizlikleri büyütüyor. Bunu azaltacak, hakkaniyeti sağlayacak bir adımsa atılmıyor. Muktedirler için öncelikli olan insanların sağlığı ve geleceğinden çok kârlarına kâr kattıkları sistemin bir biçimde devam etmesi.

Rejimin sınıfsal yönü mü, pek az yerde Türkiye’deki açıklıkta görebilirsiniz. Cumhurbaşkanı’nın yabancı yatırımcılara seslenirken söylediklerini hatırlayınız: “OHAL’i biz iş dünyamız daha rahat çalışsın diye yapıyoruz. Grev tehdidi olan yere biz OHAL’den istifade ederek anında müdahale ediyoruz.”
Türkiye dahil dünyanın pek çok yerinde sermayenin iktidarı var ve belli ki salgını tam da böyle yönetmek istiyorlar. Bunun devamı dünyanın güzel halklarının tutumuna bağlı.