21. yüzyılda kapitalizmin doğurduğu iklim ve gıda krizi, iç çatışmalar, ticaret savaşları, mülteci sorunu ile karşı karşıya kalan dünya şimdi çok daha akut bir buhranın içine sürükleniyor. Koronavirüs salgını, birçoğumuzun tarih kitaplarından okuduğu karanlık günleri ya da beyazperdede izlediği kıyamet senaryolarını andırıyor. Kabul edelim, en azından bir süreliğine bildiğimiz hayata veda etmek zorundayız. Bu sarsıcı gerçek bizi yakın vadede üstesinden gelmek mecburiyetinde olduğumuz sorunlar üzerine düşünmeye davet ediyor.

Modern tarihin her döneminde küresel salgınlar üretim ilişkileri, gündelik yaşam, kültürel birikim, inançlar, kurumlar başta olmak üzere toplumsal ve siyasal yapıları köklü bir biçimde değiştirdi. Bu değişim, halktan yana politik bir müdahale olmadığında toplumun dezavantajlı kesimlerinin aleyhine neticelendi. Devletlerin ve kurumsal dinin salgınla “mücadelesi”, egemenlerin orta ve uzun vadede üretim süreçleri üzerindeki kontrolünü perçinledi. O nedenle bugünkü duruma bu somut bilgi üzerinden bakmak elzem.

Korona salgını neticesinde, “küresel köy” oldu denilen dünyada sınır kapıları kapatılıyor, uçuş yasakları getiriliyor. Devletler ardı adına OHAL ilân ediyor; resmen OHAL ilân edilmeyen yerlerde de benzer uygulamalar yaygınlaşıyor. Avrupa’da ölümlerin en fazla yaşandığı İtalya başta olmak üzere birçok ülkede sokağa çıkma yasağını andıran düzenlemeler yaşama geçiriliyor. Kültürel ve ekonomik yaşam durmuş vaziyette. Evlerine kapanan insanlar ancak temel ihtiyaçlarını gidermek için dışarı çıkıyor. Bu tablo uzun yıllardır benzerini görmemiş Batı toplumlarında ciddi bir psikolojik travma yaratıyor.

Küresel salgın, bir yandan neoliberal sağlık sisteminin çöktüğünü gözler önüne sererken bir yandan krizi fırsata çevirmek isteyenlere yeni “olanaklar” sunuyor. Sadece karaborsacılardan, stokçulardan söz etmiyoruz. Salgındaki ölüm vakalarının sıklıkla 60 yaş üstünde görülmesinden hareketle, “güçlü olan yaşasın” tezini üstü örtük bir biçimde savunanlar var. Özellikle İngiltere, genel bağışıklık oranını yükseltme gerekçesiyle enfekte olmayı engellemek yerine toplumun krizden en çok etkilenecek kesimini göre göre riske atıyor. Neoliberal verimlilik tezleri insan hayatının önüne geçiyor.

Salgının zaten durgunluk sarmalına giren küresel ekonomiyi işlemez hale getirmesiyle birlikte büyük şirketler çalışma rejimini değiştirmeye hazırlanıyor. Salgın bahanesiyle işten çıkarmaların, evde çalışma adı altında çalışanın üstündeki yükün arttırılmasının ya da ücretinin düşürülmesinin gündeme gelmesi şaşırtıcı olmaz. Nitekim istihdam rejiminin en zayıf halkası bu süreçten etkilenmeye başladı bile.

Salgınlar tarihte komplo teorilerinin yayılması için hep verimli bir zemin sunmuştur. Bugün de etnik ayrımcılıktan yabancı düşmanlığına, göçmen karşıtlığından anti semitizme uzanan tepkiler kaşınıyor. Halbuki aşısı, tedavisi olmayan en tehlikeli “virüs” ırkçılık. Salgını istismar etme potansiyeline sahip sağ siyaset içe kapanmacı ve faşizan eğilimleri neoliberalizmin krizine çare diye halklara yutturmaya çalışacak. Buna siyaseten direnmek korona ile mücadele etmek kadar önemli.

Türkiye’nin korona ile imtihanında ülkenin özgün koşullarından kaynaklanan başka sorunlar da var. Mesela başta YÖK olmak üzere kurumlar önce ak dediğine Saray’dan gelen talimat sonrasında kara diyor. Tek adam rejiminin sekretaryası gibi işleyen Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Sağlık Bakanlığı’ndan “rol” çalıyor. Fetva üstüne fetva veren cübbeli zevat salgınla mücadeleyi toplumsal yaşamı dinselleştirmenin bir parçası kılıyor. Muhalefet ise “milli birlik ve beraberlik” diyerek ne yurttaşlık hakkı yerine kul hakkını koyanları görüyor ne de bugüne dek uygulanan sağlık politikalarındaki aksaklıklardan söz ediyor.

Salgın hastalıkla mücadele sadece tıbbi değil politiktir de. Gelir dağılımındaki eşitsizliği, beslenme sorunlarını, sağlık hizmetlerine ulaşma konusundaki yapısal engelleri konuşmadan “salgını” konuşamazsınız. Hurafeyi hastane koridorlarına sokan, sağlığı piyasalaştıran iktidara iki çift laf etmeden “Bakan başarılı” diyemezsiniz. Okullarını temizletmeyen, okulları velilerden deterjan parası toplamaya mahkûm eden Milli Eğitim’i “uzaktan eğitim” yapacak diye alkışlayamazsınız. Komplo teorilerine, ırkçılığa, yabancı düşmanlığına karşı çıkmadan insan yaşamını savunamazsınız.

Korona salgının kısa zamanda yarattığı büyük felaket bize insanlık ortak paydasında buluşmanın ne denli önemli olduğunu, geleceğin hurafelerde değil bilimsel bilginin toplum yararına kullanılmasından geçtiğini, kamucu sağlık politikalarının bir lüks değil temel insani hak olduğunu bir kez daha gösterdi. Bu söylediklerimiz zaten başlı başına sol bir programın gereği ve su gibi, hava gibi somut bir ihtiyaç.