Şampiyonlar Ligi marka değeri bakımından Dünya Kupası’nı geçmiş ve tüm dünyadaki futbolseverlerin ilgi odağı haline gelmiştir. Dünya Kupalarındaki tekli kültür kodlarının yanında, Şampiyonlar Ligi’ndeki her maç için geçerli olan çoklu kültür kodlarının hâkim olması onu cazip hale getiren en önemli kriterdir.

Düşünün bir kere; bir takımın oyuncularının oluşturduğu farklı kültürü, teknik direktörün farklılığı, maçlardaki hakemlerin farklılığı ve seyircilerin farklılığı…

Her ülkeyi ilgilendirecek bir kültür değerini çok rahat içinde barındıracak zenginlikten bahsediyorum.

Üst düzey takımların marka değerini yükseltip onu başarılı seviyeye çıkaracak kişilerin seçiminde; kimliğinin hiçbir öneminin olmadan sadece donanımlarının önemli olması ve takım kültürüne sahip olabilecek argümanları elde etmesi ve bunu içselleştirmesi yeterli bir kriter olarak değerlendiriliyor.

Ulusal kimliğin ve kodların o an için geçerliliği yoktur. O an, sadece çalıştığı kurumun değerlerinin toplamına hizmet edecek birikimlere sahip olması yeterlidir.

Benim için bu anlamda en üst seviyedeki kimlik Johan Cruyff’tur.

Ülkelerin ekollerini oluşturacak kendine ait sosyo-kültürel değerlerin içeriğinin benimsenmesi ile, o kültür değerlerini pekiştirecek nüansları yakalayarak onun içini boşaltmadan ve zarar vermeden üst seviyeye taşımak asıl hedef olarak belirlenir.

Barcelona ve Cruyff bunun en belirgin örneğini temsil eder ki bu kadar bir değeri ortaya çıkarmak ancak yaşam kodlarını içselleştirmek ile mümkün olur. O yüzden Katalan kültürü ile Cruyff iç içe geçmiştir.

Ve Guardiola ile M.City, Klopp ile Liverpool bu örneğe yakın olabilecek süreçler içermektedir.

Tüm bu değerlerin sunulduğu alan olarak Şampiyonlar Ligi’nin olması, içerik olarak bu oluşumları ‘dünya markası’ haline getirmektedir.

İşte bu detay çerçevesinde, Şampiyonlar Ligi kura çekimine bakıldığında orada ortaya çok büyük resimler çıkmaktaydı.

Galatasaray’ın orada olması, içeriği kişilere saklı olarak ve ülke açısından herkesi ilgilendiren bir değer olmuştu.

Kurada hangi takımların çıkacağı beklentisi ile, gruplar nasıl oluşacak beklentisi ister istemez ekran başındakileri heyecana sebep olacak tablo içine sokmaktaydı.

Ama benim için o resim içindeki bir ayrıntı kura çekiminden daha önemli içeriğe sahipti.

Tüm takımların kendi üçlü dörtlü olarak sıralı oturmalarındaki isimlerin ve görevlerinin içeriğindeki benzerlikler çok dikkatimi çekti.

Ve yeni futbol kurgusu için sanırım en önemli kriterin bu olduğu gerçeğini kabul etmek zorundayız.

Oturma düzeni içinde:

Real Madrid’de Kurumsal İletişim Direktörü Emiliano Butragueno,

Barcelona’da Spor ve Kominikasyon Müdürü Guillermo Amor Martínez,

İnter’de Futbol Direktörü Javier Zanetti,

Juventus’ta Futbol Direktörü Pavel Nedved,

Lyon’da Sportif Direktör Joninho Pernambucano,

Bayern Münih’te Sportif Direktör ve geleceğin başkanı Oliver Kahn,

PSG Spor Direktörü Leonardo Nascimento de Araújo.

Bu isimlere baktığımız zaman; göreve geldikleri kulüplerin tüm kültürel kodlarına sahip olduklarını ve nasıl bir vizyon ile hedef belirlemeleri gerektiğini çok iyi bilen ve kendi saygınlıklarının temsilcisi olan kişileri görüyoruz.

Kaptan olarak da görev yaptıkları için saha içi ve dışında nasıl bir davranış ve beklenti içinde olmaları üzerine çok geniş bir bilgiye sahiptirler.

Bu özellikleri kullanmak artık kulüpler için zorunluluktur. Yeni gelecek teknik direktörü anlayabilecek ve yönlendirebilecek özellikleriyle, seyirci ve yönetim ile teması sağlayıp süreci doğru yönetebilecek iletişim davranış kodlarına sahip olmaları onları nedensiz kılmaktadır.

Galatasaray’ın oturma düzeninde ise Albayrak ile Mustafa Cengiz vardı!

Orada Hagi olabilirdi… Beşiktaş’ta Rasim Kara, Toshack (Quaresma gelecek için), Fenerbahçe’de Alex, Trabzonspor’da Şota…

Hala başkan güdümündeki ‘arabesk’ anlayışın ortaya çıkardığı kaosun getirisindeki rantı futbol olarak algıladığımız için, kişilere mahkûm sıralarda ‘derin!’ oturma düzeni bizi bu feodal kurguya mahkûm etmektedir.