2001: Uzay Yolu Macerası (1968) ile ilgili birçok yeni bilgi edindim: Filmde önemli bir simge olan siyah taşın neyi simgelediği; Kubrick’in renk kullanımı, ayrıca öykünün yazarı, Arthur C. Clarke’la işbirliği ve anlaşmazlıkları, uzayla ilgili ön araştırmaları ve detaylar konusundaki titizliği, vb. Filmden herkes yaratıcı bir biçimde farklı anlamlar çıkardı

Samsun’da Bir Sonbahar Akşamı 2001: Uzay Yolu Macerası

Meriç Kırmızı - Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi

Dün akşamüzeri, tatilde öğrencilerim de olmayınca bunun için üstün bir çaba harcasam da kendimi tek başıma ancak bir yere kadar motive edebildiğim, esinleyebildiğim, fazlaca durgun işyerinden çıkıp, ayrı bir dünya olan kent merkezine gittim. Kaşla göz arasında yine birkaç iş hallettim, önce Gazi Caddesi’nden ufak işyeri masama koymak için basit bir resim çerçevesi aldım, sonra Çiftlik Caddesi’nde gözüme çarpan ilk alçakgönüllü, klasik gözlük dükkânında geçen hafta hastanede ölçtürdüğüm (kalabalık malabalık, para ödemek gerekmeden sağlık hizmeti almak ne güzel, eşitlikçi bir duygu!) gözlük numaralarına uygun yeni gözlükler yaptırdım.

Böylece çarşı esnafıyla haşır neşir olmayı sevdiğimi bir kez daha fark ettim. Üstelik, gözlükçü perçemli, düz pırasa saçlı, üstündeki bol kesimli, dökümlü bir kumaştan dikilmiş, ördek yeşili şalımsı hırkanın sırtında ejder desenleri olan ilgi çekici bir kadındı. Nereye gitsem, Uzak Doğu çağrışımları...

Sokakta gözlüğümün yapılmasını beklerken, çevreyi biraz bulanık görsem de, serin bir erken sonbahar akşamüzerinde çarşıyı dolaşmayı sevdim, sonra dükkândan haber gelene dek aşağılarda bir yerlerdeki Samsun Kent Müzesi’nin bahçesinde emeklilerle dolu olan kahvede oturup, gazeteyi okudum; ellerinde kaşarlı kalmadığı için, sucuklu tost sipariş ettim.

- Sucuğu nereden alıyorsunuz? Güvenli mi? Biliyorsunuz, bu sıra ortalıkta şarbon filan var. (Gülümsedim.)

- Yok abla, Çamlıdağ’dan alıyoruz.

- Tamam. (Çamlıdağ’ı gerçekte bilmiyordum.)

Gözlük işi bitince, aceleyle önceki yazılarımdan birinde geçen 56’lar semtine koşturdum. Burayı yazın da birkaç kere dolanmıştım, ama güzel gözle görmem için, bir sonbahar alacakaranlığı gerekiyormuş. Bu gece gezintisi, biraz abartarak, semtin kaldırımlarındaki adını bilmediğim, mor çiçekli küçük ağaçları (ağaç hatmi mi?), ışıklarını yakmış dükkânlarıyla, Atakum’un bol inşaatlı, köy pazarı gibi alışveriş caddeli, yani yeni gelişen, kasaba havalı mahallelerinden sonra, özlediğim kent yaşamına bir geçiş gibi geldi. Samsun’da olacaksa, burada yaşamalı, diye aklıma not ettim. 56’larda Siyah Beyaz diye bir kahveyi arıyordum; geçen baharda merkezde restore edilmiş Tekel Fabrikası’ndaki AVM’nin içinde yer alan Pera Sanat’ın düzenlediği Çarşamba film gösterimlerini bu dönem 56’lardaki bu kahve devralmıştı. Düzenli izleyicileri olamasam da, bu gösterimlerin varlığını kentin kısıtlı sosyal ve kültürel yaşamına değerli bir katkı olarak görüyorum. Dün akşam için, geçen dönemki Kent Sosyolojisi dersimden başarılı bir öğrencim filmi sunacağını söylemişti. Bilim kurgu filmleri beni çok açmaz, filmlerde ve romanlarda da işim gücüm günlük yaşamdaki sıradan insanlar ve onların sorunlarıyladır; o nedenle, Stanley Kubrick’in başyapıtını bir kez daha izlemekten çok (ama iyi ki de izlemişim), öğrencimi dinlemek için gidiyordum, doğrusu.

Filmden sonra öğrencimin yaptığı sunum ve tartışmada ciddi anlamda hiç incelemediğim, 2001: Uzay Yolu Macerası (1968) ile ilgili birçok yeni bilgi edindim: Filmde önemli bir simge olan siyah taşın neyi simgelediği; Kubrick’in renk kullanımı, ayrıca öykünün yazarı, Arthur C. Clarke’la işbirliği ve anlaşmazlıkları, uzayla ilgili ön araştırmaları ve detaylar konusundaki titizliği, vb. Filmden herkes yaratıcı bir biçimde farklı anlamlar çıkardı, insanoğlunun vejetaryen kökleri, maymunlar arasındaki özel mülkiyetinkini andıran su savaşları, filmin Tanrı ve öteki dünya varlıklarıyla ilgili göndermeleri, sonunda üst insanın oluşumu gibi konular üzerine aklıma gelmeyen yorumlar yapıldı. Film çözümlemesi yapmayı işim gibi görmüyorum; onu Cüneyt Cebenoyan ya da başka konularla harmanlayarak, muzip diliyle sevgili Alper Turgut iyi yapar. Ben yalnızca şunu söylemekle yetineceğim: filmde benim bir ön araştırmayla inceltilmemiş, kaba bir bakışla gördüğüm şey, ne Tanrı, ne dünya dışı varlıklar ne de üst insan değil. Hangi çağda olursa olsun, her zaman doğaya karşı sürdürdüğü savaşımının içinde var olan, öte yandan, üstün bir çabayla yapay zekayı geliştirecek denli kendini eğitmiş, ama her koşulda, doğru ve yanlışlarıyla bildiğimiz, sıradan insanı görüyorum. Belki film boyunca insanlığın peşini bırakmayan kusursuz siyah taş, insanın tam olarak kavrayamadığı, çekindiği, ama bilimle cesurca deşifre etmeye çalıştığı ve bu hedefine yaklaştığı yaşamın kendisidir. Ne insan ne de ortaya koyduğu bilim, özünü yadsımadığı sürece bu yolda kolay pes etmez. Son çareyi kendini uzayın kara deliğine atmakta (bir tür intihar) bulan astronotun da uzayda gördüğü harikulade ışık oyunları karşısında gözü hep açıktır, son noktasına dek. Filmin son sahnesinde dünyanın karşısında doğmakta olan, plasenta içindeki bebek de bence üst insandan çok, dünya, evren, yaşam ve varoluş karşısında hep ilk günkü şaşkınlığını, korumasızlığını ve bilimsel merakını koruyacak olan insandan başkası değildir.

Kafamda evirip, çevirdiğim bu düşüncelerle dolu iken, başarılı sunumu için öğrencimi kutladım. Beni evime bırakmayı incelikle önerip, arabalarına yürürken, bana 56’larda kalan tek tük iki katlı evi gösteren çiftle sonradan arabadaki sohbetimizde çok hoş bir rastlantıyla birbirimizi Birgün üzerinden tanıdığımızı keşfettik (Samsun’da Birgün dostlukları kuruluyor...). Evrende, hatta bizim Samsun’da bile çok yeni ve yalnız olabiliriz, ama özünde Kubrick’in uzay yolu serüvencileri gibi yaşam sevinci taşıdığımızdan en ufak bir kuşku yok.