Sanal dünyanın bilgisi

Aydın Afacan

Eğleniyor muyuz? Nasıl ve ne kadar eğleniyoruz? Hep eğlenecek miyiz? Her yönden çevremizi kuşatan bu eğlence insan ‘derununda’ nerelere varıyor? Bu soruların iletişimden psikolojiye, eğitimden sanata, birçok alanda çeşitli karşılıkları var elbette. ‘Gerçek’(jeofizik) dünyaya ‘sanal’ müdahalelerin giderek çeşitlendiği bir zamanda bilginin sınırları, niteliği gibi tartışmalar da yeni bağlamlar edinmektedir. Bu yeni bilgilenme biçiminin ‘dezenformasyon’, ‘nitelik yozlaşması’, ‘simülasyon’, ‘yabancılaşma’, ‘hedonizm’, ‘güvenli ekran’/‘sosyal medya zırhı’, ‘klavye mücahidi’ vb. çerçevesinde farklı açılardan eleştiri konusu olduğunu görüyoruz. Sonuçta en sert muhaliflerini de ‘bünyesine’ çeken son derece aktif süreçler söz konusudur. Ayrıca bu alanda gündelik yaşantılarımıza bitişen ‘soru bolluğu’ bu olgunun hayatımızı ne kadar derinden kavradığını da göstermektedir.


‘Öldüren eğlence’

Eğlence temelli ‘yeni epistemoloji’ye ilişkin değerli tespitleriyle bilinen ‘distopik düşünür’ Neil Postman yıllar önce ‘Televizyon: Öldüren Eğlence’ adlı kitabının önsözünde çarpıcı bir ‘Orwell-Huxley’ karşılaştırması yapmıştı. Bu, iki ünlü öngörünün karşılaştırmasıydı: Orwell’ın ‘Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ü ile Huxley’in ‘Cesur Yeni Dünya’sını karşılaştıran Postman, “Televizyon Çağı”nı yaşamakta olan Amerika için Huxleyci öngörünün fiili bir gerçeklik kazandığını savunuyordu. O çarpıcı karşılaştırmanın bir bölümünü olduğu gibi aktarmak daha yerinde olur: “Orwell’ın uyarısı, dıştan dayatılan bir baskının bize boyun eğdireceği yönündedir. Huxley’in görüşüne göre ise insanları özerklikleri, olgunlukları ve tarihlerinden yoksun bırakmak için Büyük Birader’e gerek yoktur. Huxley’e göre, insanlar süreç içinde üzerlerindeki baskıdan hoşlanmaya, düşünme yetilerini dumura uğratan teknolojileri yüceltmeye başlayacaklardır. Orwell kitapları yasaklayacak olanlardan korkuyordu. Huxley’in korkusu ise kitapları yasaklamaya gerek duyulmayacağı, çünkü artık kitap okumak isteyecek kimse kalmayacağı şeklindeydi. Orwell bizi enformasyonsuz bırakacak olanlardan, Huxley pasifliğe ve egoizme sürükleyecek kadar enformasyon yağmuruna tutacak olanlardan korkuyordu. Orwell hakikatin bizden gizlenmesinden, Huxley hakikatin umursamazlık denizinde boğulmasından korkuyordu…” Televizyon merkezli iletişim ortamına yönelik bu eleştirinin, birçok yönüyle günümüzün ‘zengin’ sosyal medya ortamında da somut karşılıklarının bulunduğunu görmemek mümkün değildir.

Göre göre kör olmak

Görsel ‘iletişim’in vardığı boyutların bir tür ‘körlük’ yarattığını söylemek çok mu abartılı olur? Bu denli ‘aşırı’ görsellik başka tür bir körlük yaratmıyor mu? Şu sorular örneğin: ‘Gönül gözü’ nedir? Vicdan körlüğü nedir?.. Her bakımdan eğleniyoruz, ‘sanal ortam’a ilişkin teknolojideki baş döndürücü hız, ‘gösteri’yi ‘yeni pedagoji’nin merkezinde konumlandırdı. Şiir, vecize, slogan, öykü hatta bazı kuramsal yazı parçalarının bile ilgisiz ‘görsel materyal’ eşliğinde sunulduğu; kiminde her şeyin ‘görsel materyal’e dönüştürüldüğü hatta sözün kendisinin de bir tür ‘gösteriye’ dönüştüğü ortamlar… Durmadan çeşitli şeyler paylaşan katılımcıların kendi yaptıkları mesaj bombardımanından çeşitli biçimde etkilendikleri bile gözlemlenmiştir. Hızlı ve aşırı mesaj akışının önceki mesajları etkisizleştirdiğini görmek zor olmasa gerektir. Tuhaf bir ‘katharsis’ mekanizması gibi işleyen bu sürecin, ‘beyinleri dumura uğratmaması’, vicdan körlüğü yaratmaması mümkün müdür? Yaşantının, deneyimin, anın tadını çıkarmak, yaratıcı yavaşlığın keyfine varmak dururken hemen her şeyi sosyal medya ekranına aktaran budala toplulukları halinde bir süreç… Sosyal medyalar elbette birer olgu ve mutlaka yararlı yanları da var. Ne var ki söz konusu yönleri baskın biçimde ortadadır. Başlı başına çalışma konusu olacak bir konu da sosyal medyaların okullardaki etkisidir. (Bir örnek: Büyük bir kentin eski bir okulunda, edebiyat etkinlikleri kapsamında duvara asılan afişlerde çeşitli edebiyat insanlarının fotoğrafları eşliğinde kendilerine ve yapıtlarına ait bilgilere verilmiş. İlk bakışta iyi, ama önemli bir kısmı yalan yanlış bilgilerle dolu! Tıpkı sosyal medya ortamlarındaki ‘paylaşımlarda’ olduğu gibi o şaire veya yazara ait olmayan ürünler onların adıyla sunulmaktadır.)

Eğleme beni…’

Eğitim, ‘eğleyen’ bir süreç midir? Kuşku yok ki bu soru eğitim durumları bağlamında birçok açıdan tartışmaya açıktır. Ama sosyal medyalara hem okuma kültürü hem de başka sosyal psikolojik olgular ışığında bakıldığında önümüze çıkan durum şudur: ‘Bizi eğliyorlar!’ Ayrıca biz de ‘eğleniyoruz’, ‘büyük birader’in bizi gözetlemesine gerek yok, anında paylaşıyoruz çünkü paylaşıyor ve rahatlıyoruz!

***

Şiir paragrafı
Bu ‘paragraf’ın konuğu Emirali Yağan’ın ‘Gezgin ve Zamane’ şiiri. Yol, ‘sıla’, ütopya-distopya ve nostalji gibi kavramlara uzanan çağrışımlar üzerine kurulu bir şiir ‘Gezgin ve Zamane’. Barbara Cassin’in son yıllarda sıklıkla söz konusu edilen ‘İnsan ne zaman evindedir?’ sorusu akla geliyor ister istemez. Ama bu soru -‘yurt’ açısından- Yağan’ın serüveninde, Odysseus’un ve Aeneas’ın serüvenlerinden farklı karşılıklar bulur. Bazı kayıplar yaşamış olsalar da mitolojik kahramanların ikisi de eninde sonunda işgalci birer ‘fatih’; şairin serüveni ise baştan sona bir ‘kaybı’ dillendirir. Cassin’in çizdiği çerçevede söylenirse yurdun ötesinde dilinden de olmuştur Yağan: Şair, Fransa’da mukim Dersimli bir ‘göçmen’dir ve bu göçmenlik veya sürgün, dilde de söz konusudur. Bundandır ki ‘daüssıla’, ‘İthake’den öte bir yer’i, bir belirsizliği işaret etmektedir. Belki de başka tür bir Troya’dır; yakılıp yıkılmış, rüzgârın hep yıkıntılar üzerinden estiği bir yer. Her durumda bir ‘topos’ vardır: ‘Gezgin ve Zamane’nin çağrışım coğrafyası ve nesnel bağlaşıkları açısından farklı ufuklara açık bir ‘topos’… İçinde geçmişin veya ‘kayıp ülke’nin konumlandığı bir tür ‘retrotopya’; ‘yok’ ve düşlere dair oluşuyla bir tür ‘ütopya’ ve ‘kadim yıldız’ını yitirmiş, her yerde ‘birilerinin fazla’ sayıldığı bir tür ‘distopya’… Evet, ‘atın sezgisinin’ de bir umut taşıdığını bilerek şiire bakmalı:
dünya kurulalı beri meçhulde
beyhude akan çeşmede
ondan içecek ilk yolcunun
yol telaşı bende

kalan her neyse geride -esamisi okunur okunmaz-
bırakıp gitmeliyim diyorum da
dindirmiyor hiçbir yolculuk içimdeki yol telaşını

izlediğim yön levhalarını tersine çeviriyorum olmuyor
sesi sesime benzeyen yanık buğday yüzlü bir ülkem vardı
yokülke, düşülke, kayıpülke, İthake’den öte bir yerde
yıkıldı evim, şehrim, ülkem
ben nereye gitsem
orada birileri fazla

kayıp kavmimin kılavuz aldığı kadim yıldızım da söndü

yönümü bıraktım atımın sezgisine
o gider ben giderim kendi kıyametime