Sanat, süreç ve doğrultularıyla, özgürlüğü doğasında taşıyan bir etkinliktir. Bu etkinliği çeşitli yönleriyle eğitim sürecine yerleştirmek gerçekten değerli bir uğraştır ve birçok bakımdan yetkin bir çabayı gerektirir.

Sanat eğitimi ve ‘parçalar’ içinde güzeli bulmak

AYDIN AFACAN

İnci San’ın anısına saygıyla

Güzel nedir? Bu sorunun felsefeden gündelik hayata yığınla farklı karşılığı vardır. Güzel kavramının bugünkü bağlamda sorunsallaşması modernitenin başlangıcına dayanır. Sanat ve bilimin kendi içinde ayrımlarının belirginleşmesi, başka deyişle disiplin ayrışmalarının ortaya çıkması da bu zamanlara rastlar. Baumgarten’in ‘Aesthetica’sı ile Lessing’in ‘Laocoon’u, yeni kavramları temellendirmek ve sanat alanındaki sınır ve farklılıkları vurgulamak bakımından hemen akla gelen çalışmalar… Kant’ta teorik bir çerçevede öne sürülen ‘güzel’ kavramı, Schiller’in İnsanın Estetik Eğitimi Üzerine Bir Dizi Mektup’unda bir bakıma ete kemiğe bürünür. Özgürlüğün, “akıl ve ahlâkın dünyasında değil ‘oyun içtepisi’nin objesi olan güzellikte” bulunduğunu söyleyen Schiller’e göre, ‘güzellik’, “hem nesne ve biçim içtepilerinin uyumlu bütünlüğü hem de özgürlüktür”. Dahası, Alman filozof bu yönde gelişmeyi zorunlu bir sonuç olarak görür. İdealist Schiller’in bu son derece iyimser öngörüsünün ‘gelecekte’ veya hayatta ne karşılık bulacağı sorusu bir yana, bu düşüncelerinin çeşitli açılardan Marx’tan Coleridge’e, Freud’dan Marcuse’ye kadar birçok düşünür ve sanatçıyı etkilediği de anımsatılmalıdır.

CAHİL UZMANLAR ÜNİVERSİTESİ

‘Cahil uzman’ bir tür ‘oxymoron’ gibi görünebilir; ne var ki üniversitelerin ve çeşitli alanlardaki atölye ve benzeri ortamların bu türden ‘uzman’larla dolu olduğu göz ardı edilemeyecek bir olgudur. ‘Cahil uzman’ın, yıllardır çeşitli biçimlerde dillendirdiğim, sanat ve edebiyat ortamlarındaki ‘okumaz-yazar’dan farkı ‘okur’ oluşudur. Pekiyi de okuyorsa neden cahil olsun? Şundan: Gözleri kendi alanı dışına kapalıdır; bırakın komşu veya diğer alanları, aynı kökten geldiği, aynı geçmişe sahip olduğu ‘yan’ disiplinlere bile yabancıdır! Hatta bunu övünerek dile getirenler de vardır. Yerine göre tuhaf bir ‘alan şovenizmi’ bile hissedilebilir! (Bu arada, ‘cahil uzman’ın Fransız filozof Rancière’in ‘Cahil Hoca’sıyla ilgisi bulunmadığını da belirtmek gerekir. Rancière’in ‘Hoca’sı, ‘hiyerarşi ve eşitsizliğe karşı özgürleşme’ iddiasına dayanır.)

‘Aşırı uzmanlaşma’ ve işbölümünün yarattığı sorunlar, Schiller’den Marx’a birçok açıdan dile getirilmiştir. Bu bağlamda sosyal bilimlerde görülen sorunların aşılması yönünde Wallerstein’ın ve Gulbenkian Komisyonunun çalışmaları özellikle anılmalı. Bu sorunlar günümüzde öyle noktalara vardı ki, Snow’un fen ve sosyal bilimler arasındaki ‘iki kültür’ ayrımını ‘fen lehine’ temellendiren yaklaşımı fiili bir gerçeklik kazandığı gibi, aynı bilimsel disiplinin kendi içinde bile ayrışmalar yaşandı. Bu gidişatın sonuçlarını belirlemek için derin araştırmalara girmeden, her şeyi ‘fen’ veya ‘sayısal’ kafası ile çözeceğine inanan ‘azgelişmiş’ zihniyetin ürünü ‘test endüstrisi’ne bakmak yeterlidir. Yaklaşık elli yıldır bunun çeşitli sonuçlarına tanıklık etmekteyiz. İnsanı tamamlayan olmazsa olmaz değerdeki fen bilimleri neredeyse yeni bir ‘din’ haline geldi. İnsanın akıl ve duyguyu, düşle gerçeği birlikte taşıyan bir bütün olduğu unutuldu. Diğer yandan ülkemizde son yirmi yıldır iyice yerleşen ‘dinci’ eğilimin eğitimde ve sosyal yaşamda yarattığı tahribatın son derece ciddi bir sorunlar yumağı oluşturduğu da herkesçe görülen bir olgudur. Bu bağlamda incelenmesi gereken başka bir nokta da bu eğilimin fen bilimlerine yaklaşımıdır. ‘Fen’in elle tutulur başarılarına Osmanlı’dan beri tanık olduğu için ilginç bir ‘eklektizm’ ile oraya yönelik ilgisini saklamıyor. Burada ‘kabak’ yine sosyal bilimlerin, felsefenin ve sanatın başına patlıyor. Okullarda özellikle sanat derslerinin ‘atıl’ düzeye indiğini görmek zor olmasa gerektir. Her şeyi ‘test endüstrisi’ belirliyor. Lise eğitiminin çöküşü, üniversiteleri ‘pratik zekâ’nın cahilleriyle doldurdu. Kısaca, salt teknoloji ve ‘akıl’ üzerinde temellenen yeni barbarlık, kapitalizmin marifetlerine katılan bütün eğilimleri şu ya da bu biçimde kuşatmış durumda.

PARÇALANMIŞ ‘GÜZEL’

Sanat eğitimi bütüncül eğitimin bir parçasıdır. Ne var ki uygulamada bu ‘parça’ başka parçaların öğretiminde bir araç olarak kullanılmaktan öteye gidememiştir. Başka bir deyişle sanat dalları, öğrencinin bütünsel gelişimine katılmaktan çok eğitim programının diğer içeriklerine ‘yardımcı’ olmak üzere kullanılmıştır. Bunun en belirgin biçimi ilk ve ortaokullarda görülür. Öğrencilerin, bir müzik parçasını, bir şiiri, bir resmi, daha çok o sırada işlenmekte olan ‘fen’ veya ‘sosyal’ ünitesinin bir aracı olarak görmesinin geçmişi hayli eskilere dayanır. Liselerin belirli gün ve hafta etkinliklerinde durum benzerdir. Sanatın kendisi olarak, kendi özellikleriyle insanı geliştirdiği göz ardı edilmiştir. Bu nedenledir ki, bu sistem içinde yetişen kişi için, o faaliyetlerin dışında sanat yapıtları ‘bir işe yaramaz’. Bundan sonra sanat beğenisini, medya, popüler kültür, kısaca ‘piyasa’ belirleyecektir.

Bu sorunların, sistemin bir parçası olan üniversite eğitimine yansıdığı da başka bir olgudur. Sanat dalları, sanatın aynı temel üzerinde yükseldiğini göz ardı edecek derecede birbirine yabancılaşmıştır. Belli bir sanat dalının kendine özgü yönlerinin yanı sıra bütünsel bir kavrayış da geliştirmesi gereken üniversite eğitimi bu açıdan soru işaretleriyle dolu değil midir? Okullarda, başka branş öğretmenleri bir yana, örneğin bir müzik ya da edebiyat öğretmeninin diğer sanatlara yaklaşımı estetik beğeni açısından sorunludur. Elbette iyi örnekler de vardır, ama genel olarak gözlemlenen durum bu yöndedir. Burada, her sanat dalının herkesçe aynı ölçüde bilinmesi gibi beklenti söz konusu değildir elbette. Sanatın temel niteliklerini kavramış bir sanat eğitimcisinin en azından belli bir beğeniye sahip olması beklenir, diğer sanatlar konusunda. Bu bağlamda göze çarpan beğeninin biçimlenmesindeki çelişkidir. Kuşkusuz, bu çelişkiye toplumsal ve kültürel etkenler de dâhildir. Sonuçta bu, her durumda estetik beğeniye ilişkin ciddi sorunların varlığını işaret eder. Yukarıda da değindiğim gibi ‘aşırı uzmanlaşma’, bir yerden sonra o sanat eğitimcisinin ait olduğu alanın da zarar görmesine yol açacaktır.

Söz konusu anlamsız ‘karşıtlıklar’ bağlamında ‘iki kültür’ aşılabilecek midir? İleride ‘uyumlu bütünlük’ ve özgürlüğün buluşacağını öngören Schiller ile “Entelektüel telaş sona erdiğinde (…) belki de yeni bir biçimde bir araya getirilmiş bir epistemoloji ile ortaya çıkacağız” diyen Wallerstein’ın tespitleri bugün için aşırı iyimser sayılmaz mı? En azından sahip olduğumuz ufuklar, umutlu olmak için yeterli görünüyor.

İNCI SAN’I ANMAK

Sanat, süreç ve doğrultularıyla, özgürlüğü doğasında taşıyan bir etkinliktir. Bu etkinliği çeşitli yönleriyle eğitim sürecine yerleştirmek gerçekten değerli bir uğraştır ve birçok bakımdan yetkin bir çabayı gerektirir. Belli bir sanat dalının eğitimi üniversitelerde zaten vardı. Sanat dallarını buluşturarak, sanat eğitimcilerine ve ‘bütün okula’ temel bir sanat kavrayışı kazandırma yolunda son derece önemli bir işlev üstlenmiş ‘Güzel Sanatlar Eğitimi’, birçok açıdan önemli bir adımdı. Suut Kemal Yetkin’in öncülüğünü yaptığı bu girişim, onun mirasına sahip çıkan yeni adlarla sanat eğitimi alanına değerli bir birikim kazandırmıştır. Akademik alanda diğer disiplinlere yabancı ‘aşırı uzmanlaşmanın’ hızla gerçekleştiği bir konjonktür içinde bu bölümdeki gidişatın ne yönde olduğu başka bir tartışmanın konusudur. Sanat duyarlılığını geliştirecek bir sürecin eğitimde etkin bir yer bulması için İnci San’ın verdiği emek saygıdeğerdir. İnci San adı, güzel sanatlar eğitimini bünyesinde bulunduran Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi’nde onun döneminde okumuş veya onun lisansüstü eğitim süreçlerine katılmış öğrencilerin hep saygıyla andığı bir ad olmuştur. Öğrencilerinin, sanat uğraşını kendilerine tanıtmak için çaba gösteren bu Hoca’dan saygıyla söz etmesinde şaşılacak bir şey yoktur elbette. Evet, bir ‘Güzel Hoca’ydı İnci San; çabasıyla, paylaştığı birikimle, adıyla ve sanıyla…