“İnsan doğaya ne kadar yabancılaşırsa o kadar toplumsallaşır, ne kadar toplumsallaşırsa da o kadar kendine yabancılaşır.” (Bizim Sakallı)

Tabi insanın Türkiye’de yaşarken yabancılaşmaması çok zor, maşallahı var ülkenin, garip olay hiç eksik olmuyor, her biri birbirinden tuhaf olaylar var, gazete okumak bile kolay değil artık.

Dinin toplum içindeki ağırlığı gitgide artıyor, bununla birlikte dinsel söylemin en abes tarafları hayatımızı kuşatıyor, tarikatların böyle nasıl meşrulaştığını anlayamadık gitti, tarikat şeyhlerinin konuşmaları ise Cem Yılmaz’a bin basar, çünkü bu kadar hurafe ve mantık dışı hissedilmeden söylenmez. Cem Yılmaz mantıklı bir avantacı, hiçbir şey yapmadan dolar saymayı iyi biliyor. Kimseye bir faydası yok, kendine bile, akıl fikir bilim sanat gibi şeyler zatı şahane sanatçı kişiliğini hiç etkilemiyor, boş lakırdı ile gelen ün, boş lakırdı ile gelen refah ve akıl tutulmasının göstergesi olan bir keyfi alem. Ama sanat dünyasından ihraç edilmiş gibi, garibimin hiç kayda değer ödülü yok, ödül fukarası adam. Sanat dünyasında deniyordur ki adamın paraya mı ihtiyacı var, festivalde ağırlayalım, ama tabi isterse her festivalin ödül töreninde boş lakırdı dillendirerek şenlendirebilir, fukaradır bizim törenler.

Sinema dünyasındaki olaylarda sanki tarikatlar ile Cem Yılmaz’ın bir ortalaması gibi: Bir yandan kendine sanat filmi yapıyorum diyen insanların tuhaf “bunalımları” ve inanılmaz kasıntılı hiçbir şey anlatmayan eserleri, diğer yandan tutucu bir şekilde paraya odaklanmış diziler, filmler, komiklikler, maşallahları var, kimse dramatik yapı kurmaya çalışmıyor. Bir festivalde sanata dair hiçbir tartışma çıkmamıştı da, olan biten bütün çatışma “el sıkma” vukuatına yoğunlaşmıştı, büyük sanat vukuatı olarak geçen yılın olayı gibi oldu: Müthişsiniz.

Dramatik yapıyı öldürünce, haliyle doğal olarak da karakter de üretmiyorlar, karaktersiz filmler yapmak günümüzde “sanat filmi” adını almış gibi. Orhan Pamuk’un romanları gibi, hiçbir karakteri yok, onca roman yazmış, hiçbirinde kendi iç hesaplaşmasını yapan ve yaşamını kendi elleriyle kuran bir karakteri yok. En son başyapıtı olan Masumiyet Müzesi’nde toplumun yüzyıllık tarihinde en çok siyasallaştığı, köylülerin bile giyinişlerinden fraksiyonlarının söylenebildiği bir tarihsel kesitten, 1975-85 arasından, hiçbir siyasal tartışmanın çıkmadığı bir roman yazmıştı Mübarek. Benzersiz bir başarı, sansürün böylesine katmerlisini bizim sansür kurulumuz hiçbir zaman başaramadı, ne kadar da estetik. Benzersiz bir başarı. Düşünün şimdi aynı kesit içinde Sinema Dünyasının en ünlüsünden set işçisine kadar insan bile Sansüre Karşı Yürüyüş diye İstanbul’dan Ankara’ya yürüyor, ama zatı muhterem öyle bir sansür yapıyor ki bütün romanın içinde hiçbir siyasi ideolojik tartışma geçmiyor, muhtemelen romanı yazarken, roman boş kişisi gibi “küp gibi içiyordur”.

Bugün Türkiye’de festivallerden para kopartan insanlar var, bunların sanat dünyasıyla estetikle hiçbir ilgileri yok, oralar ticaret yapmayan sanat tacirlerinin arpalıkları gibi. Festivallerin de sanatla bir ilgisi kalmadı, işin ilginç tarafı festivallere ilgi gösteren bir sanat sosyetesi de kalmadı! Nereden aldıkları belli olmayan parayla kimi ağırladıkları, o törenlerde neler yaptıkları tam bir bilinmez. Artık bu işler adı belli soyguna dönüştü, resmen ticari gayri-ahlaki işlerle para transferi yapılıyor, oraya katılan insanların hemen hiçbirinin, evet tam da böyle, hemen hiçbirinin sinema sanatıyla sanatsal bir ilişkisi yok. Buradan para aktarılan insanların sinema sanatıyla ilgisi, şirketlerin bilanço hesaplarıyla sınırlı.
Bu açıdan söylersek, Türkiye’de sanatın içinden yakın zamanda herhangi bir direniş odağı çıkması imkânsız gibi, bunun nedeni de sanatçıyım diye takılan arkadaşların düpedüz yazarkasa uzmanlığından gelmesi, sanat yapacağım diyen insanlar kendi karınlarını “bu millet sanattan anlamıyor” ile doyuruyor. Onunla doyulmayacağı için de kirli para destelerine hücum ediyorlar.

Oysa Goethe ne güzel demişti: Die Manieren eines Mannes ist das Spigel, in dem er sein Gesicht zeigt. (A man's manners are a mirror in which he shows his portrait. Bir insanın tarzı (üslubu) kendi portresini gösteren bir aynadır.)
Kieslowski’de eklemişti: ''İnsanlığın ortak değerleri zannedildiği gibi din, dil, ırk, bayrak gibi kavramlar değil, acı, keder, sevinç, aşk gibi kavramlardır.”

Onun için ne zamandan beri sanatçılar bu toplumun gözyaşına, acılarına, kederlerine, sevinçlerine ve ruhundaki sevgiliye bu kadar yabancılaştılarsa, geriye de böyle “batsın bu dünya” denilen filmler kalır, festival simsarlarına da bunları sanat filmi diye pazarlamak kalır. Oscar Bait diye bir deyim var, Oscar’ı yemlemek anlamına geliyor, Türkiye’de çok daha kirli ve çok daha estetik ve insanlık düşmanı eserler, Festivali yemleyerek ve toprağın terine sırtını dönerek Festivalleri yemliyorlar, halkı hayvan yerine koyarken kendileri insanlıktan uzaklaşıyorlar, o “bu Millet sanattan anlamaz” dedikleri halk, ikiyüzlülüğü ve kasıntılı olmayı asla kabul etmez. Riyakarın saltanatı kendisine ayna tutuluncaya kadardır. Estetik fukarası sanat yönetmenleri vardı eskiden, şimdi de ahlak fukarası sanatçılar var!