Ankaralı müzisyenler” serimiz yedinci röportajıyla kaldığı yerden devam ediyor. Bu haftaki konuğumuz başkentin jazzy folk rock grubu Sinağrit Baba. Gruba üyeleri; Fethi akustik gitarı ve sesiyle, Samet elektro gitarı, perdesiz gitarı, kopuzu ve sesiyle, Ekin tenor saksafonu ve soprano saksafonuyla, Barış kontrabasıyla ve Canberk de davuluyla dahil oluyor. >>Nasıl kuruldu bu grup? Sinağrit Baba ismi […]

Sanat işleriyle, ticari çıkar işlerinin birbirinden ayrıldığı bir dünya düşlüyoruz

Ankaralı müzisyenler” serimiz yedinci röportajıyla kaldığı yerden devam ediyor. Bu haftaki konuğumuz başkentin jazzy folk rock grubu Sinağrit Baba.

Gruba üyeleri; Fethi akustik gitarı ve sesiyle, Samet elektro gitarı, perdesiz gitarı, kopuzu ve sesiyle, Ekin tenor saksafonu ve soprano saksafonuyla, Barış kontrabasıyla ve Canberk de davuluyla dahil oluyor.

>>Nasıl kuruldu bu grup? Sinağrit Baba ismi nereden geliyor?
Sinağrit Baba, ismini Sait Faik’in aynı isimli öyküsünden alıyor. Öyküden hareketle ifade edecek olursak, Samet ve Fethi, “Cehennem Nişanı”nda iki sandal iken 2013 senesine ODTÜ Gülmece Topluluğu’nda tanışıyorlar ve grubun temellerini atıyorlar. İkili, Sinağrit Baba ismiyle sahne almayı sürdürürken, Ekin çıkageliyor. Ekip bir süre trio olarak sahne aldıktan sonra, Barış ve Canberk’in de katılımıyla son halini alıyor. Sait Faik bu leziz öykünün ilk cümlesinde “Cehennem Nişanı’nda yirmi yedi sandaldık” deseydi eğer, yirmi yedi kişi olacaktık. “Beş” dedi, beş olduk biz de.

>>Müziğinizi dahil ettiğiniz belli bir başlık var mı? Hangi hisler/düşünceler temeline inşa ediyorsunuz bu müziği?
Orhan Kahyaoğlu’nun, Ocak 1999 sayılı JAZZ Dergisi’nde yayınlanan Hem Jazz Hem Değil başlıklı bir yazısı vardı. Başlığı görünce “Hah, işte tam olarak bu!” demiştik. Şaka bir yana, yaptığımız müziğin tınısı cazdan çok rock müziğe yakın bir noktada duruyor tabii. Ürettiğimiz müzik kendini güncelledikçe, yeniledikçe atfedilebilecek üst başlık da değişiyor aslında. Ancak, Sinağrit Baba’yı ana hatlarıyla ‘Ankara çıkışlı bir jazzy folk rock grubu’ olarak tanımlıyoruz. Repertuvar seçimlerimizde ve beste çalışmalarımızda Sait Faik’in ‘Sinağrit Baba’sının yarattığı karmaşık, dalgalı ve mavi hissin etkisinde kaldığımızı da söyleyebiliriz. Yeri gelmişken, 60’lı yılların Cahit Oben’li, Fikret Kızılok’lu TRT İstanbul Radyosu’nu, Liselerarası Hafif Batı Müziği Yarışmaları’nı, sözgelimi Ajda Pekkan’dan daha çok sahipleniyoruz. Bu bağlamda, “öyle batılılaşılmaz, böyle batılılaşılır” ikazlı bir bellek çalışması da var etmeye çalışıyoruz.

>>İlk tekliniz “Oyun” geçtiğimiz günlerde yayınlandı. Bir Eskimo şiirinden bestelediniz. Nedir bu şiirin sizin için anlamı?
Her şey, Ekin’in bir tanesi Sezen’in tavsiyesiyle, Talât Sait Halman’ın çevirdiği ve hazırladığı Eskimo Şiirleri adlı kitapta bulunan bu şiirin Ekin’in eline geçmesi ile başlıyor. Ekin, daha sonradan Oyun ismini vereceği bu şiiri okuyor ve uzunca bir süre etkisinden çıkamıyor. Oyun, bir Eskimo ile bir ayı arasında cereyan eden, neşeli olduğu oranda tehlikeli bir etkileşimden söz ediyor; okurken etkisinde kalmamak, büyülenmemek elde değil. Ekin şiiri bestelemenin yanı sıra; söz edilen “oyun”a müzikal bir beden kazandırdı diyebiliriz. “Sabahtan akşama kadar” süren oyun neşesini yitirdikçe, tehlikeli bir hal almaya başladıkça daha minör akorlarla, daha keskin ritmlerle yüzleşiyoruz; oldukça neşeli seyreden bir Jim Jarmusch filminden bir anda korku dolu bir Hitchcock sekansına düşüvermek gibi.

>>Ürettiğiniz müziği ‘seküler hafif müzik’ başlığıyla tanımlıyorsunuz. Biraz açar mısınız?
Çok meşhur bir fotoğraf var, fotoğrafta bir Godspeed You! Black Emperor konserinde asılmış, kapkara bir pankart yer alır. Üzerinde beyaz puntolarla şu cümle yazar: “Celine Dion sings love songs while our cities burn!” (Şehirlerimiz yanarken Celine Dion aşk şarkıları söylüyor!). Biz de aynı şekilde “Bugün hava donduracak ölçüde soğuk değil, kombiyi yakmasak mı acaba?”, “Neyse şu tellerle iki konseri daha geçireyim de sonra değiştiririm” benzeri dertlere gark olurken, süslü bir müzik endüstrisinin titrek ama pahalı sesine de maruz bırakılıyoruz. Hal böyle iken sanat işleriyle, politik ve ticari çıkar işlerinin birbirinden ayrıldığı bir dünya da düşlüyoruz. Elbette “seküler hafif müzik” başlığı dâhilinde, kelimenin bilinegelen anlamını tiye aldığımız durumlar da oluyor. Örneğin, bazı konser afişlerimizde Françoise Hardy ve Anna Karina fotoğraflarına yer veriyoruz; “Bakın ne kadar da elegant bir etkinlik, buyurmaz mısınız?” demiş oluyoruz böylece. Tanıtım bir illüzyonsa eğer, biz bu illüzyonu göz boyamaktan ziyade şakalaşarak değerlendirmeyi tercih ediyoruz çünkü sekülerlik bunu da gerektirir.

Fotoğraf: Uğur Keskin

>>Repertuvarınızda genellikle hangi isimler var? 
Repertuvarımızda kendi bestelerimizin yanı sıra Bülent Ortaçgil, Fikret Kızılok, The Beatles, Erkin Koray, Kesmeşeker, Bulutsuzluk Özlemi, Moğollar ve MFÖ gibi isimlerin kıyıda köşede kalmış ama hala ilk günkü gibi sapasağlam bazı şarkılarına yer veriyoruz. Bunların yanı sıra repertuvarımızda Charles Baudelaire ve Yıldırım Türker’e ait bestelediğimiz şiirler de mevcut.

>> Ankara müzik sahnesini nasıl değerlendiriyorsunuz? İmkânlar bakımından geliştirilmesi gereken alanlar neler sizce?
Ana hatlarıyla Türkiye’de üretilen nitelikli müziğe baktığımız zaman, senelerden beri Ankara müzik sahnesinin oldukça iyi ekiplere yer verdiğini ve bu ekiplerin kendi içerisinde büyük bir dayanışma ürettiğini görüyoruz. Özellikle son birkaç sene içerisinde Ankara’da çok iyi müzik üreten ekiplerin sayısındaki ve üretimlerindeki artış da bizi çok mutlu ediyor. Ancak şöyle bir durum var ki, Ankara yok, Ankaralar var. Yüzümüzü Konur Sokak’tan ve Olgunlar’dan sözgelimi Çukurambar’a ve Çayyolu’na çevirdiğimiz zaman ticari hesapların müziğe ağır bastığı, tek sesli, kısır bir arabeske hapsolmuş oldukça olumsuz bir tablo da gözlemliyoruz. Sonuç olarak, olumlu yahut olumsuz bir şekilde değerlendirilebilecek tek bir “Ankara müzik sahnesi” göremiyoruz. Oldukça nitelikli çabaların ve kolektif üretimlerin yanı sıra varlığını hizmet sektörü ve ona içkin emek sömürüsü üzerinden temellendirmiş, müziğin ve müzisyenin araçsallaştırıldığı sığ bir müzik üretiminin varlığından da söz etmek durumundayız. Aslında özet olarak Ankara insanının hem tercih ettiği hem de maruz kaldığı hayat, müzikte ve müzik endüstrisinde karşılığını buluyor diyebiliriz. Olumlu ve olumsuz birçok bileşenden bahsedilebilir. Yine de Ankara’da doğrudan doğruya piyasa müziği yapmayan müzisyenlerin -bunun içine caz müziğinden folk müziğine birçok tür giriyor- dayanışma ağının güçlendirilmesi şart gibi duruyor.

>>Önümüzdeki süreçte planlarınız neler?
Sinağrit Baba’nın şu an, konserlerinde icra ettiği dokuz bestesi var. Şimdiye dek bir adet şarkı yayınlamış olsak da, böyle bir gelişme kat ettik. Zamanla, yeni tekliler ve bir albüm, Oyun’un yanında yerini alabilir. Buna zaman ayırmak istiyoruz. Bunun yanı sıra, en güzel sahne henüz alınmamış olandır. Konserlere devam edeceğiz.