Siyasal yaşamımızın en temel sorunlarından birine yöneltiyor oklarını Ercan Kesal: Siyasetle ticaretin karmaşık ilişkilerine… Bu sorun, yalnızca ülkemizin siyasetçilerine özgü bir sorun değil, dünyanın dört bir köşesinde yaşanıyor

Sanat ve siyaset(sizlik)

Geçen akşam televizyonda Orhan Gencebay ile bir söyleşiye denk geldim. “Sanatın siyasetle hiçbir ilgisi yoktur” diyordu. Tam da o sırada İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Yarışma bölümünde izlediğimiz filmleri konu alacağım yazının başlığını düşünüyordum… Evet, günümüz sanatının en önemli sorunlarından biri buydu: ‘siyasetsizlik’.

Bu yaklaşımın en çok sinema ve tiyatro alanları üzerinde etkili olduğunu düşünüyorum. Öyle ki, 70’li yılların komedilerini bile özlüyoruz, ‘politik’ dokunuşlarıyla. Son yıllardan, kaç örnek verebiliriz, toplumun can alıcı sorunlarına değinen, siyasal bir tavra sahip olan? Bu yıl da, durum değişmedi. Yılın ilk festivali olan İstanbul Film Festivali’nde yarışan on bir film içinde, yalnızca üçünün siyasal bir duruşa sahip olduğunu gördük. Üçü de, ödül listesinin en başında yer aldı. Rastlantı mı? Bence değil, çünkü tutarlı bir bakış açısına sahip değilseniz, iyi bir film yapma şansınız pek yüksek değildir.

Lafı fazla uzatmadan, gelelim filmlere… Mahmut Fazıl Coşkun başkanlığındaki Seçici Kurul’un Altın Lale ile ödüllendirdiği “Aşk, Büyü, v.s.”, cinsel siyaset açısından net bir duruşa sahip cesur bir yapım. Yıllar sonra bir araya gelen iki kadının aşkını, kusursuz bir senaryo ve etkileyici bir görsellikle anlatan Ümit Ünal’ın başarısında iki başrol oyuncusu, Ece Dizdar ve Selen Uçer’in ve her zaman olduğu gibi küçük rolünde harikalar yaratan Ayşenil Şamlıoğlu’nun payı büyük. Nitekim, En İyi Film ödülünün yanı sıra, En İyi Senaryo ödülü de Ümit Ünal’ın olurken, Dizdar ve Uçer En İyi Kadın Oyuncu ödülünü paylaştı.

İzlediğimiz filmlerin en önemli sorunlarından biri ‘siyasetsizlik’ ise, diğeri de ‘aksayan senaryolar’ idi. Yarıdan çoğu ‘ilk film’ olan yarışmadaki yapımların yönetmen ve senaristlerinin, Ünal’ın ve Ercan Kesal’ın filmlerinin gereksiz sahnelerden arınmış, karakterleri çok iyi çalışılmış senaryolarını dikkatle incelemelerini öneririm. Ne anlatılacağı, nasıl anlatılacağı bilinerek yola çıkılmış, belirli bir bakış açısına sahip filmlerden söz ediyorum.

NASİP, YÖNETMENLİKMİŞ

Yarışmanın en güzel sürprizi, senaryo yazarı ve oyuncu olarak ödüller kazanan Ercan Kesal’ın bu kez yönetmen olarak karşımıza gelmesiydi. “Nasipse Adayız”da, yönetmenliğin yanı sıra senaryo yazarı ve başrol oyuncusu kimliklerinin de hakkını veren Ercan Kesal, Seçici Kurul tarafından En İyi Yönetmen olarak ödüllendirilirken, kurgucu Ali Aga da En İyi Kurgu ödülünün sahibi oldu. İki yabancı ve bir yerli sinema yazarından oluşan FIPRESCI (Uluslararası Sinema Yazarları Birliği) Jürisi de, yarışmadaki en iyi film olarak “Nasipse Adayız”ı seçti. Kanımca, filmin görüntü yönetmeni Barbu Balasoiu ödülü hak ediyordu. Başta, Nazan Kesal, filmde yardımcı rolleri üstlenen tüm oyuncuları da çok başarılı bulduğumu belirtmeliyim.

Yazdığı aynı adlı romanı beyazperdeye uyarlayan Kesal, çok doğru bir kararla, romanda uzunca bir süreye yayılan olay dizisini tek bir güne toplamış. Peki, ne anlatıyor Kesal? Başından geçen ‘aday adaylığı’ (CHP’den Beyoğlu Belediye Başkanlığı) serüvenini traji-komik bir anlatıya dönüştürüyor. Siyaset yaşamımızdaki yozlaşma, Yeşilçam yapımlarında da konu edilmişti, ama ilk kez bu netlikte, gerçekçi bir bakış açısıyla karşımıza geliyor. Kahramanın muhalefet partisinden aday adayı olmasının nedeni, yönetmenin kendi serüveninden yola çıkması ve gerçeklik duygusunu yitirmeme kaygısı. İktidar partisindeki çürümenin çok daha vahim boyutlarda olduğunu bilmeyen yoktur nasılsa. Zaten, Kesal’ın özyaşam öyküsünü bilmeyenler, konuyu herhangi bir partiyle ilişkilendirmek ihtiyacını hissetmeyecektir.

Siyasal yaşamımızın en temel sorunlarından birine yöneltiyor oklarını Ercan Kesal: Siyasetle ticaretin karmaşık ilişkilerine… Bu sorun, yalnızca ülkemizin siyasetçilerine özgü bir sorun değil, dünyanın dört bir köşesinde yaşanıyor. Demokrasi oyununun kulisinde dönen dolapları, çıkar ilişkilerini göz ardı ederek, ideallerini gerçekleştirebilmek için siyasete soyunan dürüst bir aydının kaçınılmaz yenilgisini sergilerken, az rastlanır bir özeleştiri örneği sunuyor seyircisine Ercan Kesal. Ben nasıl oldum da kendimi böyle bir pozisyonda konumlandırdım diye sorgularken, populist siyasetçilerin ipliğini pazara çıkarmaktan geri durmuyor.

GEÇ KALMIŞ BİR ELEŞTİRİ

Güncel siyasetle ilişkilendirebileceğimiz bir diğer yarışma filmi, Orçun Behram’ın “Bina”sı, otoriter bir yönetimin televizyon aracılığı ile toplumu ‘tek tip’leştirme sürecini anlatıyor. Siyasal eleştiriyi, ‘televizyon çanaklarından yayılan ve tüm binayı saran zift’ gibi simgelerde somutlaştıran ve gerilim-korku türlerinden ödünç aldığı sinematografik ögelerle bezeyen, “1984” ve benzeri distopyalardan çokça etkilendiği belli olan yönetmenin bu ilk uzun metrajlı çalışmasını iyi niyetli ama geç kalmış bir eleştiri olarak nitelendiriyorum. Televizyon seyredenlerin giderek azaldığı günümüzde, esas ‘düşman’, dijital medya ve sosyal medya değil mi? Halkına “Güç Kaderimizdir” diye seslenen totaliter lider, televizyon bültenleri ile kontrol edilen halk, tek tipleştirilemeyen/muhalif unsurların karşısına çıkartılan yüzsüz ‘zombi’ler gibi ‘klişe’leri aşamayan senaryo ve görsel estetik açılarından sorunlu bulduğum filmi Seçici Kurul çok beğenmiş olmalı ki, Onat Kutlar Jüri Özel Ödülü, En İyi Görüntü Yönetmeni (Engin Özkaya) ve En İyi Müzik (Can Demirci) ödüllerini verdi. “Bina”, bununla da kalmadı, ayrı bir Jürinin verdiği ‘En İyi İlk Film’ ödülünün de sahibi oldu.

AYDINLAR BUNALIMDA

Yarışma filmleri içinde, ortak yönleri ile öne çıkan ve günümüz insanının yalnızlığını, çıkışsızlığını anlatma çabası içeren filmler çoğunluktaydı. Faysal Soysal’ın “Ceviz Ağacı”, Hacı Osman’ın “Körleşme” ve Mehmet Emin Yıldırım’ın “Şair” filmlerinin yazar kahramanları yaratıcılık krizi ile boğuşuyor. Senaryo açısından ciddi sorunları olan filmlerdi hepsi de… Yerli/yabancı filmlere öykünen, birden fazla temaya el atıp, hiçbirinin içinden çıkamayan bu filmleri, “Ceviz Ağacı”nda Serdar Orçin’in, “Körleşme”de (En İyi Erkek Oyuncu ödülünü kazanan) Fatih Al’ın çabaları da kurtarmaya yetmiyordu. Dostoyevski ve N.B.Ceylan etkileri bariz olan “Ceviz Ağacı”, sırf karısını öldürmeyi düşünmüş olduğu için işlemediği cinayeti üstlenen kahramanının, kocasının yetersizliğinden bunalmış ‘kariyerist’ karısının ve alternatifi olarak sahneye çıkan genç kadının dünyalarını -sözcüklere boğsa da- yeterince anlatamıyor, bağımsız kadının karşısına klasik, erkeğini destekleyen kadın imgesi çıkarttığı izlenimini veriyordu. “Körleşme” ise, Saramago’nun romandan esinlenmiş, ama ne anlatacağına karar verememiş bir filmdi.

Leyla Yılmaz’ın “Bilmemek”i de senaryo sorunlarıyla malüldü. Zviagintsev’in “Sevgisiz”inin ilgisiz aile – mutsuz çocuk temasına, bir de çevre baskısı (genci gay olmakla suçluyor arkadaşları) eklenince özgün bir senaryo çıkmıyordu ortaya. Anneyi oynayan Senan Kara’nın kadın oyuncu ödülünü alma şansı olabilirdi, karşısında Dizdar-Uçer ikilisi gibi güçlü bir rakip olmasaydı…

Anıl Gelberi’nin “Plaza”sı, inşaatı yeni biten bir gökdelende güvenlik görevlisi olarak çalışan atanamamış bir öğretmeni anlatan tutarsız senaryosu ve amatör yönetimi ile -genç oyuncularının çabalarına rağmen- ortalamayı bile tutturamıyordu. Festivalin en zayıf yapıtı diyebileceğim Erkan Yazıcı’nın “Uzak Ülke”si, bir dönem filminin gerektirdiği özen ve tutarlılıktan uzak, sinemasal bir pırıltı taşımayan, Osmanlı hayranlığıyla iktidara şirin gözükme telaşına düşmüş bir yapım görünümü veriyordu.

Hayatta başarılı olamamış yalnız bir adamın ölüme gidiş sürecinde genç bir kızla kurduğu dostluğu anlatan Özkan Yılmaz‘ın“Soluk”u ise, bu filmler arasında farklı bir yerde duruyordu. Yalın anlatımı, tutarlı senaryosu, Uğur Polat ve Aslı İnandık’ın yorumları ile En İyi İlk Film Ödülünü hak eden bir yapımdı; ama olmadı işte…

TOPAL ŞÜKRAN’IN ŞANSSIZLIĞI

Şair - senarist- yönetmen Onur Ünlü’nün kara komedisi “Topal Şükran’ın Maceraları“, festivalin en özgün yapımı idi kanımca. Kadının özgürlük arayışı ve kadına karşı şiddet temalarına sıra dışı bir bakış açısı getiren, tek bir sözcü kullanmadan hikayesini anlatmayı başaran bu filmi Antalya Jürisi görmezden gelmişti; İstanbul’da da aynı şey geldi başına. Kanımca, Jüri Özel Ödülü’nü en çok hak eden filmdi. İçerik-biçim tutarlılığı, mizah duygusu ve anarşizmi ile Onur Ünlü filmografisi içinde seçkin bir yerde duran filmin yaratıcılık krizindeki sinemamıza yeni ufuklar açabileceğini düşünüyorum. Yönetmenin biçemi ile örtüşen, epik bir oyunculuk sergileyen Demet Evgar, Antalya’dan sonra İstanbul’dan da ödülsüz ayrıldı. Bir oyuncu cenneti olan Türkiye’de oyuncuların bu kazalara alışık olması lazım…