Tamer Levent: Bütün Türkiye insanını 657 sayılı yasanın mensubu yapıp sadece bu ülkeyi yönetenleri özgür yapmak olamaz değil mi?

‘Sanata Evet’ deyin!

DERYA AYDOĞAN - deryaaydogan6@gmail.com

Oyuncu, yönetmen ve Devlet Tiyatrosu eski genel müdürü Tamer Levent,“Sanata Evet ” sloganıyla çıktığı yolda “Biz sanatı yapanlar ve sanatı yapamayanlar olarak toplumu ayrıştıranların yolunu seçmişiz. Ve haliyle bir takım insanlar da buna küsmüşler, şimdi bizim bu küskünlüğü ortadan kaldırmamız lazım” diyor. Levent ile toplumların sanata bakış açıları üzerine konuştuk.

»Bayramı bayram yapan nedir?

İnsanların çocukluk duygularının ve çocukluktaki saf temiz insancıl sorularının, yaşamın entrikaları tarafından bozulduğu kaygısını taşıyan bir insanım. Bu nedenle bayram benim için, benim ailemde, çevremde, çocukluğumda gördüğüm insan sevgisi demek.

»Teknoloji ve yaşama koşulları insanları bir arada olma duygularından uzaklaştırıyor mu ya da büyüdüğümüz için mi bize öyle geliyor sizce?

Artık aynı gelenekler yok. Ben çocukluğumda geleneklerin bir kısmını çok katı bulurdum, bir kısmını da beğenirdim. Şimdi ne katı gelenekler kaldı ne de benim beğendiğim gelenekler kaldı. Teknoloji hayat için çok önemli. Hayatı kolaylaştırıyor ama aynı zamanda da sanallaştırıyor.

»Ahlat Ağacı’ndaki taşrada geçen hikayede, çevresindeki herkesi eleştiren ama aslında kendisi de aynı olan ve değişim için hiçbir şey yapmayan bir karakter vardı. Bizler de değişimden bahsediyoruz ama ilk adım atan kişi olmaktan da korkan bir yerde duruyoruz. Sizin en çok hangi tarafından hangi bakış açısından etkilendiniz filmin?

Beni en çok etkileyen tarafı da buydu. Çünkü ben bunu sanat kültürü olmayan bir toplumun zaafı olarak görüyorum. Dinsel açıdan baktığınızda, binlerce fraksiyon var değil mi? Nesnel kültürün siyaseti açısından baktığınız zaman da binlerce fraksiyon var ama bütün bunların hepsi aynı ülkede yaşayan ve aynı ülkenin insanı olmaktan beslenen insanlar. Bu insanlar arasında henüz bir diyalog kurulamıyor, insanların her birisi kendi bildiği havada çalıp söylemeye çalışıyor. Sanat, insanın düşünme sürecinin adıdır. Sanat, işin adıdır sonucun adı değildir. Nuri Bilge, Ahlat Ağacı’nın senaryosunu uzun bir çalışma süreci sonucunda ortaya çıkardı. Ahlat Ağacı, toplumsal yaşamın içinden sürünerek çıkmış bir hikaye. Bu hikâyenin işlendiği süreçtir sanat. Mesela, imamların sahnesi için filmin bütününden, akıştan çıkardığını söyleyenler oldu. Hâlbuki o aksine filmin bütününün mantığının nereden geldiğini oluşturuyor. Çok önemli bir sahne orası ve her bir birey kendisini o kadar önemli ve egosantrik bir şekilde sunuyor ki sanki herkes dahi sıradan bir insan yok gibi.

Ben bütün insanların bir sanat eseri olduğunu düşünüyorum. ‘Sanata Evet’ kampanyasıyla da bunu anlatmaya çalışıyorum. Atatürk’ün de söylediği gibi sanat, mimarlık, sinema ve tiyatro ya da vs. bunlar değil, bunların adı da değil. Çünkü bunların adı değişebilir, yarın bunlara yemek pişirme eklenebilir, iletişim eklenebilir, siyaset eklenebilir. Ressamlara “Grafik sanat mıdır” diyorsunuz, “Hayır” diyorlar. Neye göre? Esasında bu dallar beceri dalı olduğundandır. Bu becerilerin süreç içerisinden özenle yapılması varlık olarak insanın bunu tasarlaması, o sürecin sonunda da bunu üretmesi bir olaydır.

»Sanata bakış açımızla ilgili bir kökten bir sorundan bahsediyorsunuz.

Evet, bunu insanlara anlattığımız zaman çok çabuk anlıyorlar. Diyorum ki ‘Kendinin bir sanat eseri olduğunu ve önüne çıkan problemlerde çözme konusunda kendine şunu diyeceksin; Ben bir sanatçıyım, yapabilirim, çözebilirim, becerebilirim. Yeter ki bunu düşünmek için zaman ayırayım, bilgi eksikliğim varsa onu tamamlayayım. Bu düşünme biçiminin sonucunda ben bir sonuca ulaşayım diyeceksin önce. Hiçbir şey yapamayacaksın demiyorum. Bunu söyledikten sonra bakıyorum ki, bu arkadaş hızlı bir şekilde ilerliyor. Müthiş bir sır bulmuş gibi yakalıyor ama zaten düşünmenin özünde bu yatmıyor mu? Düşünürken biz kendimizi başkasının yerine koymuyoruz. Düşünürken çözüm odaklı düşünmüyoruz. Düşünürken çözüme yönelirken dürüst bir şekilde evrensel ve yerel bilgilere ulaşırken bunlara ulaşabileceğimizi tasarlamıyoruz. Bunu yapmadığımız zaman sadece eleştiri yapıyoruz, şikayette bulunuyoruz.

»Kendimize ve insanlığa karşı bir güven sorunumuz olabilir mi?

Var tabii. Şöyle ki, sanatı sadece bitmiş eserin adı olarak kullanıldığı zaman burada bitmiş eser üreticileri bir anlamda kendilerini çok özel kişiler olarak tanıttılar topluma ve elitist bir hava yarattılar. Bu hava toplumun sanat kavramına ulaşamayacağı korkusunu yarattı. Hâlbuki sanat kavramı, kavramdan ziyade organik bir yapı olarak beynin sağ lobu sanat, sol lobu analitik düşünme ve onları değiştiren beyincik, onun üzerini kapatan zar ise bir bütünlüğü sağlıyor.

“Sadece yönetenleri özgür yapmak olmaz değil mi?”

»Siyasetçilerin ve medyanın sanatçılarla ilgili önyargı oluşturması ve topluma “Sanatçılar isyankârdır, şöyledir böyledir” demesi insanların sanata karşı önyargıyla yaklaşmasını ve ailelerin çocuklarının sanatçı olmasını istememesini oluşturuyor. Korkuyoruz sanatçı olmaktan...

Tabii. Türkiye olarak öyle dönemler yaşadık ki yaratıcı olmak bile sanki suç gibi algılandı. Siyasette yaşadığımız krizler yaratıcı olmadan nasıl çözülebilir? Bugün insanlar olarak ‘barış’ diye bir laftan söz ediyoruz. Ne demek barış? Yapın da barışı görelim öyle kuru kuruya barış demekle olmuyor. İnsanlık barışın nasıl gerçekleştirileceğini düşünmek zorundadır. Bu bir süreçtir ve yaratıcılık gerektirir. Siyasette bir takım şeyler neyse ki artık yaratıcılık yapıp dinsel bir suç olmaktan çıktı. Ama Türkiye’de bir takım kavramlar insanın gelişmesi konusuna, insanın gelişmemesini öneren tezler ortaya çıkarabiliyor. Burada ki algı yönetimidir... Gelişmiş toplumların dünyada ki başarılarını görüyoruz. O halde bu toplumunda gelişmiş bir toplum olması için, insanların aydınlanması ve gelişmesi, beyinlerini oto sansür ve sansürden kurtarmalarıyla olur. Bunu yaparken tehlikeli, yaşamın bütününe zarar verecek insan olmaları değil, yaşamın bütününü daha da iyileştirecek insan olmaları gerekir. Yani bütün Türkiye insanını 657 sayılı yasanın mensubu yapıp sadece bu ülkeyi yönetenleri özgür yapmak olamaz değil mi? Neden bunu söylüyorum, çünkü 657. yasaya bağlı olan mensuplar bağlı bulundukları kurum ve kuruluşlar hakkında görüş belirtemezler, kendi kişisel görüşlerini açıkça beyan edemezler. Hatta seçimlerde kullandıkları oyu bile hangi partiye verdiklerini de söyleyemezler. Ama bakın burada bir ikincilik ortaya çıkıyor. Vatandaş gidiyor gizli saklı bir oy kullanıyor ve bunu söyleyemiyor. İnsanların dürüst olmasını da istemiyoruz demektir bu. Çünkü dürüst olunması halinde bir tehlike ortaya çıkacak.

Öncelikle insanı yalan söylemekten uzaklaştırmak gerekiyor. Şimdi öyle bir hale geliyoruz ki, bir halüsinasyon dünyası içinde yaşıyor gibi oluyoruz. Hangisi doğru hangisi yalan belli değil. Beynimiz karmakarışık bir halde.

“Picasso nasıl bir insandı?”

Dünyanın tanınmış sanat eseri üreticilerine bakalım, mesela Rembrandt’ın tabloları uzun bir çalışma sürecinin ürünü. Öyle bir tablolar yapmış ki neredeyse fotoğraf çekmiş gibi, bir anatomiyi öyle bir çizmiş ve resmetmiş ki siz oradan, o çağdan anatomi dersinin nasıl yapılacağını öğrenebilirsiniz. Rembrandt, bir çocuk saflığında ve inceliğinde hayatı düşünen bir insan mıydı yoksa bugünlerde gördüğümüz kafa karışıklığı içinde olan bir insan mıydı? Picasso nasıl bir insandı, Leonardo Da Vinci nasıl bir insandı? Bu adamların yaptığı eserleri biz biliyoruz, ne düşündükleri ve neden nasıl bu eserleri yarattıklarını, yaşadıklarını da bizim örnek almamız lazım. Bizim ülkemizde sanat insanı dediğimiz zaman farklı bir bakış açısı ve kuşkuyla bize bakılıyor. Başarılı mı ya da başarısız mı olacağım diye düşünmeyip başarılı olacağına emin olması gerekir insanın. Ama toplum hep bunun tersini düşündü. O zaman da bu kültür sanat kavramını, yaşam biçimi olarak anlama kültürü, kalbe giden bir ağıt gibi eksik kaldı. O zaman düşünme biçimi de, yaşanma biçimi de eksik kaldı.

»Siz Devlet Tiyatroları’nda genel müdürlük yaptınız, repertuvar oluştururken toplumun hangi ihtiyaçları göz önüne alınmalı sizce?

Sanat kavramını, bir düşünme sürecinin adı olarak ele aldığımız zaman ortaya çıkacak yazılmış eserler, tiyatro eserleri öyle eserler olmalı ki toplumda gerçekleşmesini istediğimiz yaşama sanatını göstermeliyiz. Sanat, sanat için mi yoksa sanat toplum için mi saçma sapan bir tartışma vardı hatırlıyorsunuzdur. Böyle bir tartışma olabilir mi? İnsanlar belki bir kuşak bu tartışmayla doğdu ve bu tartışmayla öldü Türkiye’de. Toplumda sanat kültürü olmazsa, toplum sanatlı yaşamayı ve kendi yaratıcılığını hangi meslekte olursa olsun o mesleği sanat olarak gerçekleştirme sürecini anlamazsa bir toplum, bir sanat eserini neden izlemeye veya anlamaya ihtiyaç duysun? O bilinci elde ederse, onu bilinçli olarak aslında hava gibi su gibi ihtiyacı olduğunu bilir. İlker insanlarda bile milattan önce, sağ beyni sanat, sol beyni analitikti. Yani biz o insandan bu insana geçirdiğimiz evrim sürecinde, beyin morfolojisi olarak aynı yapıdayız. Neden bugün geliştik, çünkü bilimi bulduk. Sanat, bilimi buldurdu bize. Bilim önce değildir, sanat önceydi. Sanat bize bilimi buldurdu sonra bilimi aktardık ve en sonunda yaratıcılığı kullanarak gelişme kaydettik. Bu imkânlardan yararlanan teori ve pratiği aynı anda geliştiren insanlar kişisel gelişimi sağladı. Bundan yararlanamayanlar ise bunalımlı, rahatsız oldular çünkü o taraflar onları hep rahatsız etti. Dolayısıyla biz sanat kavramını bu kapsam içerisinde anladığımız aman toplumun kendi sanat kavramının farkına varacağı sanat ürünleri ulaştırmamız gerekir. Yani seçilecek tiyatro oyunları zaten o oyunların süreçleri sonucunda ortaya çıkmış ürünlerdir. O halde biz öyle oyunlar seçmeliyiz ki eğer yurtseversek, toplumumuz insanımızı onların gelişmesini istiyorsak bu anlamda etik, estetik ve adalet konusunda empati kurabilecekleri yaşamalarında düşünce tarzlarına etkide bulunabilecekleri etkenler seçmelerine yardımcı olabiliriz. Devlet tiyatrolarının kuruluş amacı zaten buydu.

“Repertuvarlar toplumu geriye götürmemeli”

Repertuvar bir toplumu geriye götürmek için hazırlanmamalıdır tabi değil mi? Yani burada her zaman aklımıza gelen bir Almanya örneği var. Ne diyoruz, Alman’ların savaştan çıktıkları zaman yaptıkları ilk şey tiyatro salonlarını onarmak oldu. Neden? Çünkü o yenilmişlik, o ordusu bile olmayacak şekilde belli bir denetim ve kontrol altına alınmış ülkenin yapabileceği tek şey sanayi ve endüstriyel kalkınmaydı. Bunun için önce insanının sanat beynini harekete geçirmeyi tercih etti. Ve o noktaya geldi bugün. Almanya sadece çözüm odaklı çalıştı, çalışırken de önce sanat kavramında yararlandı.

»Peki, şimdi DT’nin repertuvarını nasıl buluyorsunuz?

Yıllardan beri Türkiye’de önce insan kavramı konuşulur değil mi? Her şey insan için yapılıyor, bütün bu dünya bütün bu evler, apartmanlar, icatlar ne için yapılıyor? İnsan için yapılıyor. İnsanın mutluluğu için yapılıyor. O halde biz insanların mutluluğunu gerçekleştirecekleri bir düşünce biçimini nasıl düşünmeliyiz? Sanat, kendi düşünme sürecini ürüne dönüştürdüğü zaman topluma da düşünme biçimi önerisinde bulunuyor esasen. Ve diyor ki, böyle düşünün eğer böyle düşünürseniz kendinizi geliştirebilirsiniz. Empati kurun kendinizi geliştirin. İnsanlara kendinizi geliştirmeyin, hiçbir şeylerle uğraşmayın, sabah 6’da kalkıp akşam 9’da yatın demek gibi bir durumunuz varsa zaten sanat kavramının ürüne dönüşmüş haline de ihtiyacınız kalmayacak demektir. Bugün böyle yaşayan toplumlar var dünyada değil mi? Bu toplumların gelişmiş mi gelişmemiş olduğu mu sorulmalı aslında. Şu ülke böyle yaşıyor ve acayip gelişmiş diyebileceğimiz bir ülke var mı? O halde Türkiye’nin o ülkelere benzer bir ülke haline mi dönüşmesi gerekir yoksa gelişmiş ülkelerden birine mi dönüşmesi gerekir. Yani doğunun devleri, Çin Halk Cumhuriyeti olağanüstü bir gelişme kaydetmedi mi? Bakın o ülkenin sanat anlayışına, yerel sanatları yani Çin’in geleneksel sanatlarını kendi kültürlerini koruyan çalışmaların yanı sıra evrensel çalışmalar da yapıyorlar. Bugün dünyada son derece ün yapmış Çinli piyanistler, operacılar, balerinler var. Peki, bu insanlar sadece yerel kültürden beslenmeyi kabul etmiş olsalardı bu konuda hiç gelişmemiş olmaları gerekirdi. Aynı şekilde Japonya ve Güney Kore’de öyle değil mi? Tayvan’da öyle değil mi? Ama Pakistan’da bir şey olmadı. Bir türlü kendi içinde bir düzene giremedi. Suudi Arabistan’da öyle. Nerede gördük Suudi Arabistanlı bir dansçı, güya varlıklı bir ülke.

»Zaten direkt olarak kimse “aydınlanma kötüdür” demiyor ama milliyetçi duyguları öne çıkartan dizilerle, oyunlarla ve ırkçılığı alttan atan besleyen hikâyelerle doluyor etrafımız.

Irkçılıklarının sonucu hüsranla bitti. Yani dünyada ilk insanın dini, dili, ırkı var mıydı? Yoktu. Ülkelerin birbirlerine benzer bir organizmanın ürünü olduğunu, benzer bir beyni olduğunu kabul etmemiz lazım. İnsanların farklılıklarını değil de benzerlerini hiç araştırmıyoruz. İnsanın benzerliklerini bulduğumuz zaman Yunus Emre’nin söylediği 4 kitabın manası da aynıdır noktasına geliyoruz. O zaman insanları ötekileştirmenin ne gereği var? Düşünmek bir sanattır, bir süreçtir. Doğru düşünen bir beyin, yaşamın akışını gördüğü zaman bunun tanımını yapmak zorunda hisseder kendini değil mi? Eğer bunun tanımını yapamıyorsanız bunu düşünmüyorsunuz demektir.

»Bu bilinçli yapılan bir şey değil mi sizce? Genel olarak hükümetler, ‘Sen zaten çok iyisin, senin tarihinde zaten böyle bir şey vardı’ demezler mi?

Çok güzel bir noktaya geldiniz, peki o zaman ülkenin bundan karı ne olacak? Hiçbir karı olmayacak. Bununla bu ülkeye yarar mı getirmiş oluyor yoksa zarar mı önce bunu düşünmek lazım. Onun ayrıştırmasını bile doğru yapamıyoruz. Ülkesinin gelişmesini istemeyen ve bunun için ülkenin içinde sürekli ‘böl ve yönet’ tutumuyla hareket eden toplumların başarılı oldukları görülmüş müdür hiç? Bunu fark ettiği anda bunu dile getirmeye çalışır, buna çözüm üretmeye çalışır medeni bir şekilde değil mi? Ama bunu dile getiremiyor bizim toplumumuz bunu tarif dahi edemiyor. Türkiye’de bu anlamda nesnel düşünme kriterleri, ölçütleri oluşmadı. Faydacı düşünme, yani toplumun yararını düşünme kriterleri oluşmadı. Herkes kendisini anlaşılmamış bir lider olarak görme eğiliminde. Bu da herkesin kendisini az gelişmiş görme eğilimindedir. Kısaca benmerkezciliktir. Bir ortak akıl aramak gerekiyor Türkiye’de, bunun için hepimizin çaba sarf etmesi gerekiyor. Sanata evet bu konuda en birleştirici ortak akıl temasıdır.

» “Sanata Evet” kapsamında bu sene neler yapacaksınız?

Bir sürü festivale gideceğim, atölyeleri yöneteceğim. Festivallere giderek, tiyatro buluşmalarına katılarak, atölyeler yönetiyorum ve bu görüşleri dile getiriyorum. En masun ama en birleştirici buluşturma alanıdır bu. Bir araya gelme çağrısıdır bu, barış odaklı bir düşüncenin farklı düşüncelerini de ortaya koyabileceği yaratıcılık arayışıdır.

»Pek bu buluşmalara aslında bir şekilde, benzer kişiler bir araya gelmiyor mu?

Artık tam olarak öyle değil. Çok değişti o durum. Şöyle söyleyeyim, yaratıcı drama akımının oluşmasında önemli bir çaba sarf ettim, 1975’lerden beri. Bu anlamda yaratıcı drama kavramı önemli derecede gelişme gösterdi. Yaratıcı dram kavramının gelişme göstermesiyle atölye çalışmaları gelişme gösterdi. Atölye çalışması kelimesini 1970’lerde ilk kullandığım zaman, o zaman kendisini çok başarılı zanneden bir oyuncu arkadaşım, bana demişti ki Tamer sen tamirhane mi açıyorsun? “Atölye çalışması” kelimesi 1975-77’lerde çok uzaktı topluma. Ve kendini sanatçı olarak gören adamın böyle saçma sapan şeylerle uğraşmaması gerekiyordu. Şimdilerde ise atölye çalışmaları son derece yaygınlaştı.

“Kim bilir ne dâhiler harcanıp gidiyor şu ülkede”

Bu çalışmalar çerçevesinde Karadeniz’de, Doğu Anadolu’da, Güneydoğu Anadolu’da pek çok yerde atölye çalışmaları ve drama çalışmaları yaygın halde devam etmeye başladı. Bu çalışmaların bazıların gittiğim zaman inanamıyorum toplumun her kesiminden yüzlerce insan katılıyor. Bu tabi, 80 milyonluk bir ülkede hala az görülebilecek bir rakam olarak görülebilir. Fakat 70’lerde ki uzaklığa bakarsak epeyce yol alınmış olarak gösteriyor kendini.

Gaziantep’te yaratıcı drama çalışmaları başladı, Urfa’da yaratıcı dramacılar var. Yeter ki siz ulaşmak isteyin, istiyorsanız ve yapıyorsanız bu toplumda ulaşacak insanlar her zaman var. Onlar arıyorlar zaten, bunu bekliyorlar sonuçta. Kim bilir ne mükemmel düşünceli insanlar, ne dâhiler harcanıp gidiyor şu ülkede. Belki de kendi bulunduğu dar kesimin içerisinde kendini bulup cezalandırılan oluyor. Bilim alanında da öyle değil mi çok parlak düşüncelerle tutunmak isteyen insanlar Türkiye’de tutunamıyor. Buradan gittikleri zaman dahi oldukları anlaşılmış oluyor. Neden peki kendi ülkesinde bu insanları yok etmek değil de yönlendirmek için bir kültür oluşmuyor? Bu hep o sanat damarının düşünce biçimin eksikliğinden kaynaklanıyor.

»Daha çocukken bunu aşılayarak sanatın faydalarını söyleyerek büyümesi çocukların, okullarda bunun ciddi anlamda matematik dersiyle eşdeğer bir ders olarak verilmesi lazım değil mi?

Drama uygulamasının okullarda eğitim öğretim metodunun olmasını savunuyorduk biz zaten bundan 35 yıl önce.

Seneler öncesinden bunu bizim savunduğumuzu bilmiyorsunuz tabi, okullar kendi kendine yapmadı bunu.

Bu tamamen gönüllü çalışmayla yapıldı. Şimdi bu dersin aktif olması lazım değil mi? Bu dersi verebilecek yaratıcı drama eğitimlerinin öğretmen yetiştiren kurumlarda yetiştirilmesi gerek. Eğitim sistemimizin yaratıcılığı yönlendirecek şekilde yeniden planlanması gerekir.

»Sürekli değiştiriliyor eğitim dersleri, artık öğrenciler felsefe dersini bile işleyemeyecekler.

Felsefe dersinin kalkması ne demektir ya. Felsefe düşünmeyi özendiren bir derstir. Biz ne diyoruz baştan beri, düşünme sanatı… Neyin doğru neyin yanlış olduğu o kadar izafi ki bunlar, neye göre doğru neye göre yanlış diyeceğiz? Neye göre insanın daha mutlu daha güzel daha iyi daha doğru yaşaması için aradığımız değerler olacak ve bu değerlerin oluşması için biz destek vereceğiz. Mesela bunların tam karşısı olan okuma, yazma, anlatma denen şeyleri her halde doğrudan doğruya yanlış olarak değerlendirilebilir değil mi? Yaşamında nesinin doğru nesinin yanlış olduğunu düşünmemiz lazım. Ortak değerleri düşünerek bulacağız, en çokta insanların mutluluğu konusunda, iletişim konusunda bulacağız bunu. Şimdi bu toplumun birbirleriyle iletişimi kalmadı, insanlar birbirini dinlemiyor. Siz birisine bir şey anlatırken karşınızdaki başka bir şey düşünüyor. Bu insanla nasıl iletişim kurulabilir ki? Nasıl ortak akıl oluşur?