Türkiye’de sanatçının siyasallaşması ve sanatıyla uyumlu bir tavrı takınması, duruşunu bozmaması neden istisnaidir?

Sinema tarihimize baktığımızda, kritik siyasal dönemeçlerde sanatçılar savruluyor. Örneğin 1971 darbesinden sonra Metin Erksan ve Halit Refiğ’in iyice sağa savrulması gibi. Bu istisnai değil, aksine geneli oluşturuyor. Aynı şekilde, 1980 darbesinden sonra Türkiye’de yapılan filmler büyük oranda değişti, bir anda sinemalarımızda art arda arabesk filmleri patladı, cinsellik yeniden keşfedildi, gündeme getirildi ve dönemin alametifarikası olarak sanat ile cinsellik fazlasıyla iç içe yansıtıldı. Buna uymayan ve toplumsal gerçekçilikte diretenlerin filmlerinin siyasal ağırlığı azaldı ve bir anda sanat siyasal olanın yerine psikolojik süreçlere yer vermeye başladı: Ama nasıl bir psikoloji? Örneğin mücadele eden insanın karmaşaları mı? Hayır, tam tersine yenilgiye uğramış insanın hastalıklı buhranları öne çıkmaya başladı.

1994 ve sonrasında Yeni Türkiye Sineması ortaya çıktığında, benzeri bir seyir izledi, mücadele gündem dışına çıktı, bunun aksine marazi olan başköşeye oturdu. Tarihimizin hiçbir döneminde, Yeni Türkiye Sineması kadar “maraz” filmlerimizin temel malzemesi olmamıştı. Bu anlamda sanatçılar toplumsal mücadelenin içinde olmak yerine, tam tersine mücadelenin yenilgiye Yazgı’lı olduğu söylemine sığındı, yönetmen artık bir mücadelenin parçası değildi.

Sansür, siyasi baskı gibi alanlar tümden devre dışına çıktı, çünkü yeni dönemde filmler piyasa için üretilmiyordu. Şaşırdınız mı? Evet, filmlerin büyük bölümü piyasa için üretilmiyor, tam aksine Bakanlık desteğiyle, kamu parasıyla üretiliyor ve festivaller bir anda başköşeye oturdu. Niçin mi? Çünkü halkın büyük bölümü sanattan uzaklaşmıştı, hem kültürel olarak hem de iktisadi olarak halkın kültürel ürünleri tüketebileceği bir iktisadi gücü kalmamıştı. Filmler halk için değil, lüks mağazalar ve vitrin için üretiliyordu, bu işlevi de festivaller üstlendi. Geçmişteki sinemaya, tiyatroya gitmek, şimdi yerini futbola bırakmıştı. Şimdi zaten bu işler ailenin toplu olarak yaptığı edimlerden çıktı, bireysel bir alana yöneldi. Artık kültür toplumun gündeminden çıkmıştı ve kültür televizyon ile sınırlanmaya başlamıştı. Bunun anlamı şudur; sanatçının eli zayıflarken, kontrol mekanizmasını elinde tutan siyasi iktidarın gücü orantısız bir şekilde artmıştır.

Kitle iletişim kanallarını kontrol eden bir devlet, bir iki sanatçının aksi-huysuz çıkışlarını kontrol etmek için çırpınmak zorunda değildi. Aksine bu akortsuz sesleri hoşgörmek, kendi yıkıcı rolünü oynayabilmesi için daha bir gerekliydi. Dolayısıyla Nuri Bilge Ceylan’ın büyük bir yüzsüzlükle ve yalan olduğunu bile bile Rusya’da festivalde söylediği, “Türkiye’de sansür yok, tam aksine filmlerimizin uluslararası festivallerde ödül alması hoşlarına gidiyor” sözü, bir anlamda kasıtlı yalana girer, ideolojiktir ve teslimiyet çizgisindedir, patrona hoş görünmek için söylenmiştir.

Türkiye’de Bakur özelinde sansür tartışması festivalde patladığında, bir yönetmen şunu söylüyordu: Ne sansürü, biz zaten filmi çekmeden önce senaryoyu Bakanlığa veriyor, ona beğendirmeye çalışıyor, bunun için elimizden geldiğince kulis yapıyor, ancak o onay ve para verdikten sonra filmlerimizi çekmiyor muyuz? Dolayısıyla, biz zaten sansürü ve sistemi onaylayarak işe başlıyoruz. Peki, bu filmleri halk için mi çekiyoruz? Yo, hayır, çünkü bizim yaptığımız filmleri halk seyretmiyor ki…

Bu paradoksun çözümü şudur, Türkiye’de sinema piyasası özü itibariyle halka seslenmek için yapılmıyor, halkla kurulan temas çok sınırlıdır ve Türkiye’de sanatçı halk ile çok sınırlı temas ediyor, halka gitmiyor, halk da sanatçıyı özlemle beklemiyor, sektör yabancılaşmıştır. Bu yabancılaşma aşılmadan yapılacak bir şey yoktur. Türkiye’de sinema sektörünün halkla ilişkisi tamamıyla yeniden tanımlanmadan, sanatçı halka gitmeden, bu paradoks çözülemez ve bağımlılık ilişkisi esaret üretir, özgürlük değil. Ne büyük sanatçılar ki halka diyecek bir şeyleri yok, tek bildikleri sinema ve birkaç dünyaca ünlü yönetmen ve yazar, onlar hakkında sonu gelmeyen tekrarlarla lakırdı düzleminde dünyayı batırabilir, çıkarabilir ve vitrinde kendileri kalabilirler. Yıkılması gereken paradoks budur.