Ondan yalnızca Brecht’in tiyatroya kazandırdıklarını öğrenmedik. Çağdaş tiyatronun kendi isterlerini çok iyi takip ederdi. Doksanlı yıllarda orta sınıf ahlakını sorgulayan Jasmina Reza’nın ‘Sanat’ını çevirmesi bundandır, Brecht’e farklı bir perspektiften bakan Tabori’nin ‘Brecht Dosyası’nı çevirmesi bundandır

‘Sanatçının Ölümü’: Yılmaz Onay

Eren Aysan

Düşündüm durdum beyaz kağıdın başında… “Sanatçının Ölümü” başlığını atmalı mı, atmamalı mı? Ölüm sözcüğü o kadar kolay, çarçabuk yazılabilir mi? Öte yandan Yılmaz Onay’ın yazmış olduğu bir oyun bu…

İkiyüzlü çağda bir sanatçının değerinin ancak ölümünden sonra anlaşılabileceğini eğlenceli bir dille anlatan…

Egemen güçler, elinde elektrik süpürgesi, popülizme düşmeden yalnızca emek veren, üreten bir sanatçıyı süpürür. Ne zaman sanatçı ölür, yazdıkları süreçte ‘tehlikeli’ olmaktan çıkar, yahut bir biçimde sanat tekelcileri onun kaleme aldıklarını ehlileştirir; o zaman madalya takılmaya çalışılır. Lâkin tabutuna! Şunu da iliştireyim: Klasik dramatik bir akış yoktur, hem ‘Sanatçı’nın Ölümü’nde, hem de Onay’ın yazdığı başkaca oyunlarda.

Tiyatronun günümüzde çok bilinen doğalcı yanını ve hatta benzetmeci üslubunu sürdürebileceği inancına baştan karşıdır. Seyirci koltuğa oturduğunda bir oyuna geldiğinin bilincindedir zaten.

Kimi zaman tersinlemeci bir bakış açısıyla, yer yer masalsı, şarkılı, yergili, bol güldürülü ‘Dev Masalı’nı kaleme alır, kimi zaman bir kadın başkaldırıcı olarak ele aldığı ‘Promethia’yı Anadolu tanrıçası yapar. Ne yalan söyleyeyim, en etkilendiğim oyunu ‘Hücre İnsanı’dır.

80 sonrasında, baskı altındaki toplumun yanı başında, cezaevinde yaşanan şiddeti anlatan, ülkenin aydın insanlarının başına gelen ağır travmayı sorgulayan nitelikli tiyatro metinleri vardır: Eşber Yağmurdereli’nin ‘Akrep’, Gülşen Karakadıoğlu’nun ‘Nehir’, Haluk Işık’ın ‘Külrengi Sabahlar’ gibi… Benimse en çok yakınlaştığım ‘Hücre İnsanı’dır. Oyunda, bireyin gözleri bağlıdır ama toplumun da… Gözleri bağlı aydın – birey, bilinçli bir direniş düzleminde halkı sorgulayandır. Ama toplum öyle mi? Acıları, bozuk düzeni, dahası cuntayı yok sayarak gözlerini kendi eliyle bağlar. Bu karşıtlık içinde Onay, toplumsal atmosferi adeta bir sosyolog gibi derinlemesine incelememizi sağlar. Düşünsenize… Bir zamanlar Antik oyunlarda koro halkın vicdanıyken, düşüncesini iletirken hatta savunurken dimdik ayaktaydı. Sözüyle, gücüyle, eylemiyle… oysa artık halk kaybolmuştur. Yitip gitmiş, buharlaşmıştır. Sarılabileceğimiz, tutunabileceğimiz bir tek aydın vicdanı vardır. O da gözaltında, işkencecilerin elindedir.

Keşke hayattayken söyleyebilseydim ya da bu satırları yazabilseydim ona. Çünkü Yılmaz Onay, tiyatromuzun sadece çalışkan karıncası değil hepimizin hocasıydı da…

Ondan yalnızca Brecht’in tiyatroya kazandırdıklarını öğrenmedik. Çağdaş tiyatroyu da çok iyi takip ederdi. Doksanlı yıllarda orta sınıf ahlakını sorgulayan Jasmina Reza’nın ‘Sanat’ını çevirmesi bundandır, Brecht’e farklı bir perspektiften bakan Tabori’nin ‘Brecht Dosyası’nı çevirmesi bundandır. Tankred Dorst’un ‘Ne Yapmalıyız?’ı dilimize kazandırması bundandır. Şunu da belirteyim, yaptığı her çeviride, satır satır aynı zamanda oyunu bir dramaturgi defteri hazırlarmışcasına çözümleyen, dipnotlarda başkaca metinlere, kitaplara dair göndermelerde bulunan öncü, en önemlisi öğretici, bilgisini paylaşmaktan sakınmayan bir tiyatro adamıydı o. Ülkemizde ondan bir şey almamış tek bir tiyatro adamı yoktur. Dahası Yılmaz Onay’ın bunca yıllık emeği olmasaydı hepimiz çokça eksik kalırdık.

2002 yılında İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda, seksen sonrasında AST’ta yönettiği, Fallace’nin romanından yine kendi uyarlaması olan, ‘Küçük Adam Ne Oldu Sana’yı izlediğimde gözlerim faltaşı gibi açılmıştı. Oyuncularla kurduğu ilişkinin gücü sayesinde zaten çok başarılı tiyatro oyuncuları olan Levent Öktem, Hakan Vanlı, Işıl Yücesoy, Hatice Aslan, Mahmut Gökgöz sahnede devleşmişler, yer yer de metnin getirdiği tersinlemelerle kendilerini küçültmeyi başarmışlardı. O zaman dilimi içinde olmalı… Yine bir akşam, “Küçük Adam Ne Oldu Sana” oyununda rol alan arkadaşım Bengi Öz’lü ve Yılmaz Abi’li o güzel bir buluşmayı hatırlıyorum. Yılmaz Onay, iki arkadaş çocuğuna hem öğretici, hem sorgulatıcı hem de yol açıcı olmuştu hep. Tıpkı oyunda geçen şarkıda olduğu gibi… “Küçük adam ne oldu sana? / Küçük adam ne yaparsın? / Ufkun kararırsa birden / Efkar basarsa her yanı / Mutluluk hayal olursa / Ağlamak gelirse içinden / At sıkıntıyı bir yana / Kara bulutlar dağılıp / Yeni umutlar doğarsa / Elbet güzel olur yarın.”

Birkaç yıl sonra yine İstanbul’da Yapı Kredi Yayınları’nın düzenlediği “Edebiyat ve Tiyatro İlişkisi” isimli panelde taze bir dramaturg olarak konuşmacıydım. Kimler vardı başka panelde? Bir tek Orhan Alkaya ve Cenk Gündoğdu aklımda kalmış. Yılmaz Onay, oraya dinleyici olarak gelip görüşleri dillendirmiş, artık çalıştığımız kurumların statükocu havasını yıkacak önerilerini sıralamıştı.

Yılmaz Onay, mühendislik eğitimi almıştı. Tiyatroya ve çok sevdiği tiyatroyu taşımak için direndiği, işçilere, gençlere, kadınlara ve dahası insanlığa vurgun olmasaydı, bir noktada mühendislik işine dönüp mor binlikler içinde hayatını sürdürebilirdi. Azla yetinip çokça sanatla yaşadı. Brecht, sanırım Köpekbalığı öyküsünde, “faşizm olmasaydı, yazmazdım,” der. Yılmaz Onay’a ve onun kuşağına bu satırlar eşliğinde bakabiliriz.
Ne acı ki bir kuşak gidiyor. Kendi değerleriyle üstelik. Belki de en acı yanı bu.