“Sanat olmasaydı, hiç ortaya çıkmasaydı ne olurdu?” sorusunu Turgay Fişekçi, Oktay Rıfat’ın şiir üzerine söylediği şu sözlerle cevaplıyor: “Belki kıyamet kopmazdı ama insanlar sevişemez, öpüşemez, beğenemez, yarınların yeni düzenine şiirli dünyanın hızıyla kavuşamazdı”

Sanatın büyülü yolculuğu

ÖYKÜ AY

Nâzım Hikmet’in “bir ulu ırmak akıyor insan eli ilk mağaraya ilk bizonu çizdiğinden beri” dizeleriyle başlıyoruz sanatın sonsuz yolculuğuna eşlik etmeye. İnsanı, insan olmayan hayvanlardan ayıran süreç elini kullanabilmesiyle başlar. Toplar, avlanır ve resim yapar. “Dörtten ikiye her şey değişir, gökyüzü daha yakındır, eller serbesttir,” der Susanna Tamaro. İnsan böylece gökyüzüne, hayata bakmayı öğrenir. İşte sanat da hayata bakarak doğmuştur. İnsan hayata bakıp onu kendi gözleriyle görerek yakalar ve onu söze, müziğe, resme dökerek onu sanat yapan biçimlere dönüştürür. Biçimi oluşturan ise sanatçının yaratıcılığı, kişiliği, çevresi, kültürü, ilham aldığı her şeydir.

Sanat deyince aklımıza güzellik gelmesi elbette boşuna değildir. Don Kişot der ki, “Güzellikten başka gerçek yoktur.” Güzellik duygusunu yeterince geliştirmemiş insan, bu hayata karşı hep eksikli kalır. Ancak bu hâl, sanat yalnızca iyiyi, estetiği, sevinci konu edindiğinden değil; sanatın acıyı, kederi, ıstırabı ve gerçekliği güzellikle bütünleştirerek anlatışındandır. Nitekim Sancho Panza da “Gerçekten başka güzellik yoktur” der. Yoksa Yapıcılar’ın dediği gibi, “İnsan dik duralı beri kuyruk sokumu problemdir.” İnsan bu problemi ve daha nice acısını da paylaşma ve iletişim kurma arzusundadır. Sanat, bu ve birçok arzunun bir aracıdır. “Sanat olmasaydı, hiç ortaya çıkmasaydı ne olurdu?” sorusunu Turgay Fişekçi, Oktay Rıfat’ın şiir üzerine söylediği şu sözlerle cevaplıyor: “Belki kıyamet kopmazdı ama insanlar sevişemez, öpüşemez, beğenemez, yarınların yeni düzenine şiirli dünyanın hızıyla kavuşamazdı.”

SANATIN YOLCULUĞU

Sanatın sonsuzluğunda, “Okuyacak, görecek, izleyecek, dinleyecek ne çok şey var!” diye düşünmeden edemiyor insan. Yordam Kitap’ın Gençlerle Baş Başa dizisinde yayınlanan Turgay Fişekçi’nin ‘Sanat Nedir?’ adlı kitabı geçmişten sonsuza uzanan bir sanat yolculuğunda kılavuz niteliğinde olmakla beraber, içerisinde birçok ayrı kılavuz da barındırıyor. Kitaba göre sanat yedi dala ayrılıyor ve kitapta bu dallardan eserlerin bulunduğu çeşitli öneri listelerine rastlıyoruz. Bu edebiyat, film ve müzik listelerinin sanata dair yeni bir bakış sunacağına şüphe yok.

Sanatı “sonsuz yolculuk” olarak tanımlamaktan çekinmiyorum. Çünkü kitabı okurken mağara duvarlarındaki ilk resimlerden Mezopotamya’ya, Eski Mısır’dan Antik Yunan’a ve Avrupa’ya öyle uçsuz bucaksız bir yolculuğa tanık oluyoruz ki; bu yolculuğun bir sonu olmadığı aşikâr. Nitekim Nâzım Hikmet de “Saman Sarısı” şiirindeki dizeleriyle sanatın sürekliliğini vurgulamıştır.

Fişekçi, kitabında sanat denen şeyin bir gizini de bizimle paylaşıyor; “Bütün sanat yapıtlarının temel özelliği hayatı bir bütün olarak sunabilmeleridir” diyor. Buna katılmamak elde değil. Ancak ek yapacak olursam buna eskimezliği ve evrenselliği de dâhil etmek isterim. Örneğin Shakespeare, Fişekçi’nin de bahsettiği gibi her kuşağın yazarıdır, eskimezdir. Onu eskimez yapan yalnızca Shakespeare’in olağanüstü dehası ve yeteneği değil, yaşadığı dönemin gerçeklerini, esasında insanlığın yaşadığı her çağda karşılaşacağı durumlar olarak görerek eserlerinde yer vermesidir. Ne şanslıyız ki bu eserlerin en az kendisi kadar şahane çevirilerine sahibiz. Mina Urgan, Can Yücel, Sabahattin Eyüboğlu, Özdemir Nutku… Özellikle Can Yücel’in Bahar Noktası çevirisi hâlâ üniversitelerde çeşitli tartışmalara konu olmaya devam ediyor. Fişekçi, Can Yücel’in bu çevirisini tıpkı Shakespeare’in kendisi gibi çağlar üstü olarak tanımlıyor. Yalnızca Shakespeare değil, Cervantes’ten Montaigne’e, Erasmus’a uzanan Rönesans edebiyatına dair pek çok mühim detayı bu kitapta buluyoruz.

Rönesans, yani “yeniden doğuş” demişken elbette ilk akla gelen resim sanatı da bu kitapta yer ediniyor. Zira resim sanatının yeniden doğuşu da bu dönemde gerçekleşiyor. Leonardo da Vinci, Michelangelo, Botticelli, Raphael gibi büyük isimler bu dönemde olağanüstü şaheserler yaratıyorlar.

RÖNESANS’TAN BUGÜNE

Aslında yeniden doğuş iki anlama geliyor. Antik metinlerin keşfi ve deneysel düşüncenin canlanması, hümanizmin yoğunlaşması birinci yeniden doğuştur, ikincisi ise tüm bu gelişmelerle birlikte bir Avrupa kültürünün doğmasıdır. Rönesans aynı zamanda insanın da yeniden doğması ve keşfedilmesidir. Orta Çağ karanlığının sona ermesiyle birlikte Rönesans insan ve doğa sevgisini de beraberinde getirmiştir.

Yolculuğumuz Rönesans resmi ile sınırlı kalmıyor elbette. Şiirden, resme, tiyatrodan müziğe, mimariden sinemaya dek uzanan geniş bir perspektif sunuyor kitap bizlere. Üstelik usta sanatçıların eserlerine ve hayatlarına dair hoş detaylar da bakışımıza bakış katıyor ve hem sanatçıyı hem de eseri daha iyi anlamamızı sağlıyor.

“Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?

1961 yazı ortalarında Küba’nın resmini yapabilir misin?

Çok şükür çok şükür bugünü de gördüm ölsem de gam yemem gayrının resmini yapabilir misin?”

Nâzım, ressam Abidin Dino’ya seslenerek mutluluğun resmini yapmasını istiyor fakat dizelerinde mutluluğu kendisi zaten betimliyor. Hayatı devrimle değişen Kübalı balıkçı Nikolas’ın öyküsünü anlatıyor ve mutluluğun ancak ve ancak özgür bir hayatla mümkün olabileceğini gösteriyor.

Bu kitapla birlikte sanatın neden ve nasıl doğduğunu, sanatın yeryüzünü nasıl değiştirdiğini, çok sesli müzik ile demokratik toplumlar arasındaki bağlantıyı, Yaşar Kemal’in İnce Memed’ini okurken niçin Don Kişot’u anımsadığımızı, sinemanın özgün bir sanata nasıl dönüştüğünü, Troya’nın yok oluş öyküsünün nasıl günümüze dek ulaştığını öğreniyor ve sanatın büyülü yolculuğunda keyifle yürüyoruz.