Yaklaşık iki hafta önce ressam Mustafa Düzgün’ün İstanbul Beyoğlu’ndaki atölyesini ziyaret ettim. Uzun zamandır planladığım bu ziyaret benim için, sanatın üretim ortamı hakkında fikir verici olduğu gibi, sanatçının tahayyül gücündeki sınır(sızlık)ları düşünmeme de imkân sağlayan değerli bir deneyim oldu.


Resim sanatı alanından gelmemiş olsam da, bu alanı tanımayla ilgili kendimi şanslı saydığımı belirtmek isterim. Zira en başta köklü bir Resim bölümü olan Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesinde, bu bölümün ve alanın en iyilerinden olan ve iki dönem üniversitede rektörlük yapan Prof. Yalçın Karayağız ile çalışma fırsatım oldu. O Yalçın hoca ki üniversitelerin ‘Barış Bildirisi’ imzalayan akademisyenlerin işine son vermek için adeta yarıştıkları bir dönemde, net bir tutum almış; düşünceleri nedeniyle bir akademisyene soruşturma açılamayacağını ifade etmişti. Kuşkusuz tarih onun ve dönemin üniversite yönetiminin, bu bilimden ve özgürlükten yana tutumunu kaydedecektir. Atölyesinde Mustafa Düzgün’ün resimlerindeki politik temalara dair sözlerini ilgiyle dinlerken, bir yandan da bu deneyimi ve sanatın nasıl kendine özgü bir sosyolojik dile sahip olduğunu düşündüm.

Biz, Mustafa Düzgün ile aynı toplumsal coğrafyanın farklı kuşaklardan çocuklarıyız. Coğrafya sözcüğünün başına toplumsalı koyuyorum çünkü bütün bilinen sırların toplandığı bir depo gibidir. Çok değil, sadece bir kuşak geriye gittiğimizde; yani anne ve babalarımızın kuşağı o toplumsal coğrafyanın yani Dersim’in bütün hallerine tanıklık etmişlerdi. Katliamlara, sürgüne, dışlanmaya, yoksulluğa vb. Bizimle aynı coğrafyanın çocuğu olan Cemal Süreya’nın gayet dokunaklı ifadesiyle duyarlılıklarımız da ondandır. Sesimizde, sözümüzde, kalemimizde ve ilgili sanat alanımızda o duyarlılıkların yer alması aslında normal ve hatta kaçınılmaz.

Atölyesinde Mustafa Düzgün’ün yaptığı yüzlerce tabloyu izlerken, onun çalışma biçimini, iş yapma sürecini ve her bir adımda ana yapıcı dinamiği olan bu duyarlılık hallerini düşündüm. Atölyesinin müstesna köşelerine yerleştirilmiş resimleriyle annesi ve babasının gözleri de sanki bu sürecin izleyicileri gibiydi. Benzer duyguyu yine aynı coğrafyanın bir başka ressamı olan Hüseyin Düzgün’ün eserlerini izlerken de yaşamıştım. Sanatın tüketicileri bu duyarlılıkları görür ya da görmez ama tablolara sirayet ettiği kesin. O kadar ki en çıplak doğa resimleri bile ardında yüklü toplumsal duyarlılık detaylarıyla yüklüdür.

Mustafa Düzgün resimleri, tam da bu toplumsal coğrafyanın bir anlamda kaderi olmuş savaş ve şiddet ortamlarını; ekonomik, kültürel, politik kimliksel vb. sebeplerle yerlerinden edilenlerin göçmenlik öykülerini, toplumsal ayrımcılık, kimliksel tasfiyeler, doğanın tahribi, çocukların sömürüsü gibi daha pek çok olgunun kendi doğasında yarattığı karşılıkları anlatmayı deniyor. Daha önceki çalışmalarında işlediği temaya yaralı manzaralar adını vermesi ve şimdi de dikenli öykülerin peşine düşmesi elbette tesadüfi değildir. Bu yaralı manzaraları ve dikenli öyküleri resimlere işlenmiş olarak okumak; sosyolojinin ve sanatın nasıl birleştiğini görmek açısından da ayrıca müthiş bir deneyimdir.

Mustafa Düzgün resimleri, aynı zamanda bir üyesi olduğu 68 kuşağının halini ve dilini de zihin dünyamızın içine taşıyor. Kuşaklararası devreden duyarlılıklar; öncesinde olduğu gibi 12 Mart ve 12 Eylül’de ve daha sonrasında da hep devam etmiştir.

Mustafa Düzgün elli yıldır resim yapıyor ve binlerce eseri bulunuyor. Eserlerinde olağanüstü emek ve muazzam bir birikim cisimleşmiştir. Şimdi yakın tarihimizin karanlık sayfalarından biri olan 12 Mart’ın yıldönümünde; 12.03.2022 Cumartesi günü İstanbul Cağaloğlu’nda, yeni bir sergisi açılıyor. Bağımsız Sanat Vakfı’nda açılacak sergide, sanatçının bütün emeği ve birikimi tarihe tanıklık ederken, yeni tanıklıklara da bir davet gönderiyor. Şiddetsiz ve sömürüsüz bir dünyayı kurmak isteyen kendi kuşağının tahayyüllerinin bir sesi olarak. Onun şahsında ötekilerin sesi ve nefesi olmuş bütün sanatçılara saygıyla…