‘Ted Prize’ ödüllü fotoğrafçı ve sokak sanatçısı JR, 2008 Sonbaharı’nda başladığı projesi kapsamında şimdiye kadar Los Angeles, Cartagena, Şanghay, Havana ve Berlin’de gerçekleştirdiği “Şehrin Kırışıklıkları” (Wrinkles of the City) projesini İstanbul’da da hayata geçirdi. Websitesinde “JR dünyanın en büyük sanat galerisine sahip” diye yazıyor. Proje, şehrin yaşlı sakinlerinin fotoğraflanmasının ardından fotoğrafların büyük boyutlarını uygun alanlara yapıştırılmasını kapsıyor. Yüzlerin kırışıklıkları binaların, duvarların yıpranmışlıklarıyla üst üste biniyor. Sokaktan gelen, sokağı galerisi gibi kullanan bir sanatçı. Eski şehrin metruk mekânlarının ve binalarının duvarlarına monte edilen portrelerin bilinçli seçimiyle zamanın nabzı tutuluyor. İnsan yüzleri gibi zamana yenilen şehrin binaları da yıpranmışlıklarla geçen yılların izlerini taşıyor. Ne var ki bugünlerde konuşulan JR’ın sanatı değil, sanatına yapılan saldırı.

Balat’ta yaptığı bir çalışma, kimliği belirsiz şahıslar tarafından karalanıyor. Karaköy’de çektiği fotoğrafı ekip arkadaşlarıyla birlikte bina duvarına yapıştırırken motosikletli polis ekipleri tarafından alıkonuluyor. Valilik izninin olmasına rağmen yasadışı bir iş yapıyormuş gibi sorgulanıyor. Bu durumdan vali yardımcısını telefonla arayıp yardım isteyerek kurtuluyor. Sanatçının Cibali’deki eserine bilinmeyen kişiler tarafından kırmızı boya atılıyor. Taşkızak Tersanesi yanındaki eseri yırtılıyor. Sanata ve sanatçıya yönelik tehdit, baskı ve hedef gösterme olarak okunması gereken bu yaklaşım, ülkemizde ne yazık ki sıkça oluyor.

Şu ana kadar bunu yapanlar ya da yaptıran akıllar bulunamadı.

Birçok sokak sanatçısı sanatı için galeriye ya da müzeye ihtiyaç duymuyor. Küresel düzenin burjuva-kapital sanat dinamik ve klişelerine bulaşmıyor. Biz biliyoruz ki burjuvazi sanatçıyı satın alıp, onu etkisizleştirme yöntemi olarak “sanatçı taraf olmamalı, özgür olmalıdır,” palavrasını empoze ediyor. Lenin geçmişte bu yanılsamalara değinmişti. Böyle bir özgürlüğün bulunmadığını, insanın hem bir toplum içinde yaşayıp, hem de ondan tümüyle bağımsız olamayacağını anlatmıştı. Çağdaş iletişim ve teknolojik gelişmeler bir yandan sanatı geniş kitlelere ulaştırırken, bir yandan da ticarileştiriyor, düzeyinin yozlaştırılmasına neden oluyor. Sanatçı buna karşı tavrını geliştirirmek zorunda. Bu da taraf olmayı beraberinde getiriyor. Yani ‘burjuvazinin aydını olmamayı’ gerektiriyor.

Sanat, yarını arayan insanların elinde biçimlenecektir. Sanatta ‘tarafsız olmak’ egemen tarafta, düzenden yana olmak demektir. Sanat, sanatçının bilinçli eylemiyse, bilinçli bir faaliyetiyse, üretimine mutlak kendi kişiliğini, kendi aldığı tavrı yansıtacaktır. Tavır almak, taraf olma zorunluluğunu getirir.
İradesini kapitalist pazara kaptıran sanatçı, yaratım özgürlüğünü yitirir. Oysa sanatçının egemen sınıftan bağımsız olabilmesi mümkündür. Ama öncelikle, egemen sınıftan, ideolojik ve siyasî alanda devrimci bir kopuş yaşaması gereklidir. Bu kopuş, onun başka bir tarafta, emekçi çoğunluğun ‘çağdaş’ kölelikten kurtuluşu tarafında olmasının yolunu açar. Taraf olmak gerekiyor.

JR’ın olayından sonra sosyal medyada “o da sanat mı” diyenler, “memleket benim, bina benim, çizdirmiyorum” diyenler, “ülkede bir sen kaldın sanatçı” diyenler mi ararsın? Bu da izleyicinin taraflısı: tarafsız olunmuyor görüldüğü gibi. Sanatsal ürün eleştirilebilir, sorun yok, ama sosyal medyada dolaşan üsluba baksanıza.

Yaşar Kemal: “Sanat, gerçek sanat, zulmün, şiddetin, tüketici oburluğunun, insanca olmayan her davranışın karşısındadır. Çünkü bana göre ne olursa olsun, her biçim sanatın birinci işi başkaldırıdır. Sanat insanları yalana, zulme, bitip tükenmeyen anlamsız savaşlara, bütün kötülüklere karşı uyarır. Umut, insanlığın sahip olduğu en büyük değerlerden biridir. Ben hep umudun türküsünü söylemeye çalıştım,” diyordu. Bir de ustanın üslubuna bakın...