Hoş bir blues piyanosu eşliğinde açılan görüntüde yemyeşil bir İsveç kasabası görüyoruz. Burası o kadar sakin, sessiz ve güvenli bir bölge ki, zaten sayısı az olan polisler gün boyu sıkıntıdan patlıyor, mesaiyi nasıl dolduracaklarını bilmiyorlar. 2003 tarihli İsveç filmi Kopps bu polislerin komik hikâyesini anlatıyor: Bazen arabada şekerleme yapıyor, bazen yaşlı teyzelerle kart oyunları oynuyorlar. Bu polislerin hayatındaki en büyük aksiyon olsa olsa bir ‘24-71’ durumu oluyor: Ahırından kaçmış, caddede dolaşan bir ineği yakalamak...

Tek bir olay bile olmayan bölgedeki polis merkezinin masraflarından kurtulmak isteyen yönetim, toplam altı kişiden oluşan bu birimi üç ay içinde kapatmaya karar verdiğinde işler değişiyor.

İşsiz kalmamak, daha doğrusu gereksiz oldukları gerçeğini gizlemek amacıyla polislerden bazıları suç ve suçlu üretmek için uğraşmaya başlıyor; kasabanın sevimli sarhoşuna zorla market soydurmak, kılık değiştirip duvarlara polis karşıtı yazılar yazmak, araba lastiklerinin havasını indirmek gibi olaylarla suç istatistiğindeki yerlerini yükseltmeye çalışıyorlar. Ama bir süre sonra işler ciddileşiyor: Bir çöp kovasını yakmak isterken koca bir dükkanı -her gün öğle molasında gittikleri biricik büfeyi- ateşe veriyorlar.

Bu kerameti kendinden menkul polislerin tam da Ortadoğu tipi polislere dönüşmeye başladığı nokta burası. Hatta polislerden biri, beklenmedik biçimde patlak veren bu olaylar hakkında soruşturma yapılırken yetkiliye “Bu suçları PKK işlemiş olabilir” diyor -vallahi şaka yapmıyorum, filmin tam olarak 45. dakika 19. saniyesinde Benny aynen böyle diyor!

İşin en kötü yanı, devrilen bir çöp kutusundan bile kendilerine polisiye aksiyon çıkarmaya, suçlu bulmaya çalışan bu polisler tüm kötü olaylara aslında kendilerinin neden olduğunu bir an bile düşünmüyorlar.

Filmin finalinde Stockholm Sendromu’yla karşılaşmayı bekliyordum: Halk ve yetkililer tüm şiddete ‘rağmen’ değil, tam da o şiddet yüzünden, efendi-köle diyalektiğine uygun biçimde geliştirdikleri yeni ilişki biçimiyle polisi bağırlarına basacaktı. Oysa filmde bu polis merkezinin bölge için facia kaynağı olduğu anlaşılınca birim kapatılıyor, işsiz kalan polislerse bir pizza salonu açıyor, kasaba eski olaysız günlerine dönüyor.

Biliyorsunuz, bu hikâyelerin film değil ülke şeklinde olanları var: Stockholm’e çok uzak ama Stockholm Sendromu’nun dibinde yaşayan, komik değil trajikomik ülkeler*… Bu tür ülkelerde ‘yaşıyoruz’, istesek de seyredip geçme şansımız yok. Bu yüzden, aldatıcı iyimserliğin gerçek kötümserlik olduğunu da unutmadan, ülkenin hoş bir blues piyanosuyla açılan bir görüntüdeki kadar sakin ve güvenli olacağı günleri görebilmek umuduyla yaşamaya devam ediyoruz.

*Sayılarla örnek:

1: İktidarın 1 Ekim’de gaza boğduğu köy sayısı.

182: Seçimde bu köyde kullanılan oy sayısı.

155: Aynı köyde gazcı iktidar partisine verilen oy sayısı.