Rejim inşası sürecinde iktidar partisinin elinde iki silah oldu hep. Bunlardan birincisi mahkeme salonlarıydı. Önce gayriresmi koalisyon ortağı Cemaat’in organizasyonuyla eski rejimin unsurları Balyoz ve Ergenekon davaları aracılığıyla tasfiye edildi, ardından iki ortak arasında “Devletin sahibi kim olacak” kavgası başladığında taraflar bu silahı birbirlerine doğrulttular ve devleti resmi olarak elinde tutan güç, gayri resmi olarak elinde tutan gücü yenmeyi başardı. Dün kimler Silivri’deydi ve bugün kimler Silivri’de, olan biteni anlamak için buna bakmak dahi yeterli.

İkinci silah ise sandık oldu. İktidar partisi rejim inşasında ne zaman bir üst aşamaya geçmek istese ya da bir tıkanıklık yaşasa, araç olarak sandığı devreye soktu. Cumhurbaşkanını halkın seçmesi için yapılan 2007 referandumu, yargıyı Cemaat’e teslim etmek için yapılan 2010 referandumu, 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve 7 Haziran’ın sonuçları beğenilmeyince yapılan 1 Kasım tekrar seçimleri… Hepsi rejim inşasının en kritik, en bıçak sırtı uğraklarında devreye sokuldu ve sonuç da alındı.

Peki bugün bu iki silah ne durumda? Aslında iktidar partisinin elinde son derece işlevsel bir dava var: FETÖ davası. Darbecilik, dini siyasete alet etme, dış güçlerle işbirliği, vatana ihanet, hepsi bu dava üzerinden gündeme getirilebilir, bunlar üzerinden ciddi bir siyasi rant elde edilebilir, bunlar sandıkta ‘evet’e tahvil edilebilir. Ancak olmuyor, yapılamıyor. Niye peki? Niyesi belli, Cemaat’in siyasi bağlantılarının nereye kadar uzandığı bilindiği için darbenin siyasi ayağını soruşturmak kendini soruşturmak anlamına geliyor, tam da bu nedenle, yani darbenin siyasi ayağına dair tek bir isim dahi gözaltına bile alınmadığı için, bu davanın toplumsal bir karşılığı bulunmuyor, dava üzerinden bir seferberlik, bir birliktelik hali yaratılamıyor.

Ya sandık, sandık ne durumda? “İktidar bir seçime giderken ilk kez bu kadar zor durumda” diye yanıtlarsak bu soruyu, sanırım abartmış olmayız. Referandum kararının birlikte alındığı partinin tabanının, yani MHP’lilerin ezici bir çoğunluğu ikna değil, Diyarbakır sokaklarına “Şeyh Sait’e rahmet” pankartı asılsa da Kürtler ikna değil, hepsinden önemlisi, istikrar için iktidar partisine oy veren ve yabana atılamayacak bir toplam ikna değil. Bunun dışında, artık geriye verilebilecek herhangi bir vaat ya da istismar edilebilecek herhangi bir mesele kalmadığı için, evet cephesinde herhangi bir heyecana, bir coşkuya rastlanmıyor. Anlaşılan, vaadin, yalanın, demagojinin ve istismarın da bir doygunluk noktası var ve o noktaya doğru yaklaşmış durumdayız.
“Düşman icadı” ve Avrupa ile kavga da, CHP yönetiminin olanca basiretsizliğiyle meseleyi milli bir mesele gibi görüp iktidar partisinin değirmenine su taşımasına ve ancak günler sonra bunun bir kurgu olduğunun dile getirilmesine rağmen, bir işe yaramışa benzemiyor. Reis, bir uçağa binip bir Avrupa ülkesine miting için inme gibi bir karar almadıkça, Avrupa ile kavganın yeni bir boyuta taşınması imkânsız görünüyor. Üstelik bir grup fanatik hariç, Avrupa’da yaşayan Türkiye kökenli insanların sandıktan ‘evet’ çıkması durumunda başlarına neler geleceğini fark ettikleri görülebiliyor.

Bunun dışında, geçen aylardaki kur artışı, enflasyona yeni yeni yansıyor ve nisanda bu yansıma daha aleni bir görünüm alacak. Öte yandan gelen işsizlik ve ihracat rakamları da iç açıcı değil, ekonomideki durumun ne olduğunu halk artık bizzat kendi kesesine, çoluğunun çocuğunun işsizliğine bakarak görebiliyor, yani bu alanda da ciddi bir sıkışma söz konusu. İnsanları ise “Başkanlık gelince işsizlik bitecek, enflasyon düşecek, ekonomiye bahar gelecek” gibi sözlerle kandırmanın artık çok da bir karşılığının bulunmadığı anlaşılabiliyor.

Tüm bunlar bir yana, bu referandum, toplumu tam ortasından ikiye bölmüş ve tarih boyunca olmadığı kadar kutuplaştırmış durumda. Bu kutuplaşma ve gerilim ise sandıktan ‘evet’ çıkması halinde dahi sürdürülebilir değil, böylesi bir toplumsal yarılma söz konusuyken, ‘evet’in herhangi bir şekilde istikrar getirmesi, uzlaşı getirmesi, refah getirmesi gibi bir ihtimal mümkün görünmüyor.

Dolayısıyla şunu söyleyebiliyoruz: Referanduma üç hafta kalmışken, iktidar partisi kendi tarihinin en zor döneminden geçiyor, bölünmüş ve parçalı bir görünüm arz ediyor, topluma bir gelecek vaat edemiyor, ciddi bir ikna ve meşruiyet sorunu yaşıyor. Buna ekonomideki kötüye gidişi ve dış politikadaki sıkışmışlığı da eklemek gerekiyor, dolayısıyla kampanya da istenildiği gibi gitmiyor, tedirginlik gözlerden okunabiliyor. Buradan yürümek, bunun üzerine gitmek, bunu ifşa etmeye devam etmek, yeni olanı, haklı olanı, doğru olanı bir alternatif haline getirmek gerekiyor. Bu ise çıkacak sonuç ne olursa olsun, sandıktan bir gün sonrasına uzanan, bir gün sonrasını dert eden bir strateji üzerine kafa yormak, düşünmek anlamına geliyor.